Bir deniz kıyısında otururken aniden karşınıza ölümün çıktığını düşünün. Bembeyaz suratıyla ve siyah elbisesiyle ölüm, kanlı canlı karşınızda duruyor. Hazır mısın diye sorduğunda hazırım diyebilir misiniz? Onunla bir iddiaya girecek cesareti bulabilir misiniz? Ölümle satranç oynayacaksınız. Eğer siz kazanırsanız ölüm sizi özgür bırakacak, peki ya ölüm kazanırsa?
Bugüne kadar izlediğim bütün filmlerden farklı bir filmden söz etmek istiyorum. Filmimizin adı The Seventh Seal (Yedinci Mühür). Film, adını İncil’in 6. vahyinde bahsedilen yedi mühürden alıyor. Bu yedi mühür kıyametin yedinci alametini ifade ediyor. Vahyin bir kısmı şöyle: ‘’Kuzu dördüncü mührü açınca, ‘’Gel!’’ diyen dördüncü yaratığın sesini işittim. Bakınca soluk renkli bir at gördüm. Binicisinin adı ölümdü. Ölüler diyarı onun ardınca geliyordu. Bunlara kılıçla, kıtlıkla, salgın hastalıkla, yeryüzünün yabanıl hayvanlarıyla ölüm saçmak için yeryüzünün dörtte biri üzerinde yetki verildi.’’
Filme göre dördüncü mühür açılmış ve veba salgını ortaya çıkmıştır. Kıyametin yaklaştığını düşünen insanlar, korku içindedir. Haçlı Savaşları’nın sona ermesiyle, şövalye Antonius Block ve silahtarı Jöns eve dönmek üzere yola koyulurlar. Bir deniz kenarında mola verdikleri sırada, Antonius’un karşısına aniden ölüm çıkar ve zamanının dolduğunu söyler. Onca yıl savaştıktan sonra ölümün tam da şu anda gelmesi ilginçtir. Ancak Antonius’un cevabını bulması gereken sorular vardır. Bu sorulara cevap ararken ölüm ile Antonius arasında şu konuşma geçer:
Antonius Block: Kendimize bile inancımız yokken Tanrı’ya nasıl inanabiliriz? Benim gibi inanmak isteyen ama yapamayanlara ne olacak? Tanrı’yı kalbimden atmak istememe rağmen neden alçaltıcı ve acı verici şekilde içimde yaşamaya devam ediyor? Neden her şeye rağmen bu gerçeklikten kurtulamıyorum? Tanrı’nın kendini göstermesini, benimle konuşmasını istiyorum.
Ölüm: Belki de kimse yoktur.
Antonius Block: O halde yaşam korkunç bir şey.
‘’Tanrı olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi.’’ demiş Voltaire. Kişi, Tanrı’nın varlığına inanmasa da içinde bir şeyler onu bir yaratıcıya inandırmak ister. İslam dininde buna ‘’fıtrat’’ adı verilir. İnsan ne kadar istese de bu inancı içinden atamaz çünkü yaşamın bir anlamı olduğunu bilmek ister. ‘’Eğer Tanrı yoksa dünya yaşamı bittikten sonra her şey son mu bulacak? Adımız ve ruhumuz evrenden tamamen silinecek mi? Denizler, dağlar ve diğer her şey hiçlikten mi ibaret? Bizi yargılayan yüce bir varlık yoksa iyiliğin ve kötülüğün ne anlamı var? Kimse yaptıkları için cezalandırılmayacak ya da ödüllendirilmeyecek mi?’’ İşte insan tüm bu sorulara cevap bulmak ister ve bu nedenle bir Tanrı’ya ihtiyaç duyar.
Kahramanımız Antonius Block kendine bile inancı yokken, hiç görmediği bir varlığa inanamadığı için acı çekmektedir. Tanrı, hiç sorgulamayan ve ona koşulsuz inanan birini yargılamazken; inanmak isteyip de inanamayan birini yargılayabilir mi? Bütün dinler düşünerek ve sorgulayarak doğruya ulaşmayı emreder. Koşulsuz inanan insan ise inancın ne denli ağır bir yük olduğunu bilemez. Filmde de söylendiği gibi inanç hiç gelmeyecek bir sevgiliyi sevmek gibidir. Antonius kalbinin boş olduğunu ve bu boşluğun yüzüne bir ayna gibi tutulduğunu söylüyor. Sanki Tanrı insanı yaratırken, kalplerinde bir boşlukla yaratmıştır. O boşluğu inanç hariç hiçbir şeyle doldurmak mümkün değildir. Antonius’un tek isteği Tanrı’ya koşulsuz inanmaktır. Tanrı’yı bulmak için şeytanla konuşmayı bile düşünür. Şeytanla ilişkisi olduğuna inanılan ve bu nedenle yakılarak öldürülmek üzere olan küçük bir kızın gözlerinde arar şeytanı ancak kızın gözlerinde boşluktan başka bir şey göremez çünkü Antonius Tanrı’yı yanlış yerde aramaktadır. İnsanlar neden Tanrı’yı güzelliklerde aramaz? Bizler denizlere, göllere, ormanlara bakınca Tanrı’yı göremeyiz ama savaşlara, şiddete, açlığa baktığımızda şeytanla göz göze geliriz.
Filmi izlerken Antonius Block’u çok iyi anladığımı fark ettim. 700 yıl önce yaşamış bir şövalyeyi anlamak ilginç gözükse de çok da zor değil çünkü yüzyıllar da geçse insanın anlam arayışı değişmiyor. Filmi izledikten sonra acaba ölüm gelse ve bize biraz zaman verse nasıl olurdu diye düşündüm. Acaba insan bu süre zarfında korkuya kapılıp bunalıma mı girerdi yoksa gerçekleştiremediği hayallerini mi gerçekleştirirdi? Ölüm bize bir zaman vermedi ama yaşam bize bir zaman verdi. Eninde sonunda verdiği bu süre dolacak. Belki çok uzun yıllar belki de birkaç dakika sonra. Bunu asla bilemeyiz. Madem bunu bilemiyoruz neden yaşamımıza anlam katmıyoruz. Neden kalbimizi sevgiyle değil de nefretle dolduruyoruz, neden sevdiklerimize sarılmıyor, bir şiir okumuyoruz? İnsanlar her gününü bu hayattaki son günüymüş gibi yaşarsa her şeyin daha güzel olacağına inanıyorum. Kimse vaktini savaşmak için harcamaz, herkes hayallerinin peşinden giderdi. Zenginler son bir iyilik yapabilmek için yarışır, hiçbir çocuk açlıktan ölmezdi. İnsan ölümün her zaman yanında olduğunu hissedebilseydi, dünya daha güzel bir yer olurdu belki.
The Seventh Seal (Yedinci Mühür) Orta Çağ’ın cehaletine, 14. Yüzyıl Avrupası’nda kilisenin halk üzerindeki etkisine ve kara ölüm adı verilen veba salgınına değinen bir dönem filmi olmanın yanı sıra; bireyin inancını, var olma mücadelesini ve ölüm karşısındaki çaresizliğini fantastik bir biçimde izleyiciye sunuyor. Sonuç olarak film hem konusuyla hem de konunun işleniş tarzıyla oldukça özgün bir yapıdaydı. Çekildiği dönemi de göz önünde bulundurursak çok kaliteli bir film olduğunu söylemek mümkün. Felsefi ve tarihi filmlerden hoşlanan kişilerin izlemesini tavsiye ederim.
– Müren Neveser TOPAL