Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, küçüklüğünden itibaren hem maddi hem manevi acıların eşiğinde kalmış ama buna rağmen hayata tutunmuş, yazıldığından beri en çok okunan romanların sanatkârı olmayı da başarmış bir yazardır. Dönemin politik, sosyolojik olaylarına ışık tutarak ele aldığı eserlerinden birisi de Suç ve Ceza’dır. Suç ve Ceza romanı, Dostoyevski’nin ceza evinden çıktıktan sonra yazdığı ilk romanıdır. Rusya’nın St. Petersburg şehrindeki yoksul yaşamı ve Raskolnikov adlı üniversite öğrencisinin işlediği bir cinayetin öncesinde ve sonrasında yaşanan olayları konu alır. Bu roman, diğer psikolojik romanlardan farklı olarak içerisinde kurgu da barındırıyor olması ve kahramanların ruhsal durumunun da olayların gidişatını etkilemesi nedeniyle “Kurgusal psikolojik roman” niteliği taşıdığı söylenebilir. Raskolnikov’un duyguları, düşünceleri ve arzularının okuyucuya aktarılmasında bir kez daha fark ediyoruz ki Dostoyevski psikoloji biliminin büyük ustalarından birisidir.
Dostoyevski, romanının başında Raskolnikov karakterinin sefalet içindeki yaşamından bahseder. Ailesinden ayrı, Hukuk Fakültesine devam etmek için yaşadığı Petersburg şehrinin karanlık ve tozlu zamanlarında, annesinden aldığı üç beş kuruş parayla geçinmek zorunda kaldığı günleri içinizi burkuyor. O yalnızlığı çok seven bir genç… Ama yalnız kaldığında neşeli, sevgi dolu hayaller kurmuyor. Varoluşsal sancılar da dediğimiz bir iç hesaplaşmaya giriyor. Nihilist ve anarşist görüşlerini, tanrıyla olan kavgasını; iç konuşmalarında görebiliyoruz.
Suç ve Ceza’nın perspektifini Raskolnikov’un iç hesaplaşmaları sonrasında işlediği bir suç ve suçu işledikten sonraki ahlaki çöküşü oluşturuyor. Döneminin de düşünsel ve ahlaki yalpalanmaları arasında kalmış bir gencin yaşadığı kararsızlıkları gözler önüne seriyor. Aslında Raskolnikov, yoksulluğu, acıyı, toplumsal eşitsizliği, ezilişi benliğinin en derinlerinde yaşıyor. İç konuşmalarında aklından geçirdiği birçok soru var: “Ben bir bit miyim yoksa insan mı? İyilik yapmak kötülükten geçiyorsa, buna iyilik denilebilir mi? ‘Suç’ sözcüğünün anlamı nedir?” ve daha birçoğu… Bu sorulara kendine göre yanıt bulmuş olsa da bir hayata karşılık binlerce hayatın kurtarılmasını doğru bularak kendini bir suçun ortasında buluyor. O, kendini bir deha olarak görmek, varlığını anlamlaştırmak, iradesinin hürriyeti ve sınırlarını aşmak istiyor.
Romanın son kısmında ise Raskolnikov’un hem kendine hem de başkalarına karşı dürüst bir insan olduğunu itiraflarıyla görebiliyoruz. İşte bu nedenle Dostoyevski, kahramanın öyküsünü, bir düşüşün öyküsü değil, ahlaki yükselişin öyküsü sayar. Yaptığı yanlışın altında asla ezilmeye tahammül edemeyen kahramanın, kendinde kendini yeniden yaratacak iç güçler bulması sayesinde var oluşunun öyküsüdür. İşte bu güçler sayesinde de hümanizmin ışığını hissedebiliyoruz. Cahit Zarifoğlu’nun “Raskolnikov müthiş bir Allah ağrısı çekmektedir.” Dediği, Rasim Özdenören’nin “Edebiyat tarihinin en mükemmel tiplemesi” olarak adlandırdığı, değerli şairlerimizi derinden sarsan bir kahramanın Dünya’yı da sarsması beklenmedik bir durum olmasa gerek…
Dostoyevski hayatının son günlerinde bir insan ve bir yazar olarak emelinin Rusya’da ve tüm dünyada ezilen insanlara yardım etmek, “düşünce ve ışık ülkesi” ne giden yolu bulmak olduğunu yazmıştı (Dostoyevski, 2019). Umarım şuan o ülkede ışıklar içinde uyuyordur.