ÖLÜM BİLİNCİ

 Farz edelim ki zaman yalnızca 1 dakikalığına dursun. Uçan ,kaçan ,göçen olmasın. Akış dinamiğini yitirsin ve 1 dakikalığına kafanızı kaldırın. Büyük ihtimalle çoğumuzun durup düşündüğü ve farkına vardığı en belirgin ilk an olacaktır. Peki neyin farkına varıyoruz? Her canlının mutlaka ortada buluştuğu, her kefenin eşitlendiği an olan ölümün. Hayatınız boyunca kaç kere bu konu üzerine kendinize danıştınız ya da bir münakaşa içinde bulundunuz? Hayatın ve yaşanılan coğrafyanın; siyasi, kültürel , ekonomik, dini ve daha birçok etkene bağlı olarak izin verdiği ölçüde oldukça az zannımca. Bana kalırsa bahsi geçen ‘’ölüm’’ bir ömre sığmayacağı gibi aynı zamanda 1 dakikada farkındalık kazanılabilecek bir konudur.  

     ‘’Ölüm’’ dendiğinde aklınıza ilk ne geliyor? Boşluk, karanlık, ebedi bir son, korku, sıcaklık, ahiret fikri, mal mülkün nereye gideceği, arkanızdan kimlerin üzüleceği , daha hiçbir şey yapmamış olmak ya da kendinizce çok genç olmanız, acı, ölürken aklınıza neler geleceği, son sözünüzün ne olacağı, vadenizin yettiği yerde ölme fikri, arkanızda kalanlar adına üzülmek gibi daha birçok düşünce kişiden kişiye ve yaşa göre değişkenlikler gösterirken;  ‘’ölüm’’ olgusunu kavrayacak yaşa gelmiş kimi bireyler bu fikri sürekli halı atına süpürerek düşünmemeye çalışırlar. Bu fikirlerde ortak nokta insanın, kendi içinde kabullenmekte zaman zaman zorlandığı ölümün farkında olması ve bu farkındalığın onu daha nitelikti bir hayata götürmesidir. Tüm bunlara bakarak bu kavramın felsefe boyutun da  varoluşçuluğunda temelinde yattığını söylemek mümkündür. Bu felsefi düşüncenin başta gelen düşünürlerinden Kierkegaard birçok inceleme bulunmuştur ve bunun sonucunda varoluşunun özününün insanın ‘’sonsuzluk’’ isteğinden geldiğine varmıştır. Kierkegaard’ın yanı sıra Martin Heidegger da varlığın iki önemli özelliğinden söz eder : İlk olarak varlığın her birey için ayrı ayrı özel olduğunu söylerken ikinci olarak ölümü ifade eder. Ölümün, varoluş ile ayrılamaz bir bütün olduğu sonucuna ulaşır. Bir başka varoluşçu düşünür Jean-Paul Sartre özellikle Duvar adlı eserinde ölümden yoğun olarak şöyle şu şekilde söz etmiştir : Şimdiye kadar verdiğimiz uğraşları, çabaları, amaç ve hedefleri, başarıları, mevkileri ve daha birçok dünyevi unsuru, dünyevi uğraşları gereksiz kıldığından, herkesi tek kefede ve eşit hale getirdiğinden bahseder. Peki sizin için ölüm böyle midir? Varınız yoğunuz ölümün varlığıyla yok mu sayılır? İşte bu soru ve bu sorunun kişiden kişiye değişen  farklı türleri ile çoğu bireyde yoğun bir duyguya sebep : Kaygıya.  

Oluşan kaygı durumu bu kavrama ilişkin soruları, sonuçları anlamlandırma şeklimizle bağlantılı olarak herkese özel ortaya çıkar ya da varlığını yitirir. Peki ‘’ölüm’’ için duyulan bu kaygı ne zamandan itibaren oluşmaya başlar? 

 Ölüm ile ilk olarak ne tanıştığınızı hatırlamaya çalışın. Kendimden örnek vermem gerekirse ben ilk olarak 5 yaşımda annemin anneannesi vefat ettiğinde tanıştım. Ölüm benim için neydi ya da nasıl aksettirilmişti hatırlamıyorum. Belki de çokça tanıdığım biri olmadığından pek etkilenmemiş ve ne hissettiğimi hatırlamıyor olabilirim. Benim için durum böyleyken bu konu üzerine yazılan makale ve yapılan araştırmalara göre ölümü anlamlandırma şeklimiz bize küçüklükten çevrenin doğrudan ya da dolaylı olarak aksettiği şekliyle oluşur beraberinde de geleceğimize yansır.  

Örneğin henüz soyut kavramları anlamlandıramayan bir çocuk düşünelim. Bir takım araştırma ve sonuca göre bu yaşlardaki çocuklar ölümü uyku veya uzağa temelli gitmekle eş değer tutmaktadır. Bunun sonucu olarak da ölüm onlar için gündelik ve geçici bir duruma dönüşür. Bu konuya onlar için açıklık getirmek ise bireye bakım veren kişiye düşer. Zira uyku ile eş değer tutmaları ileri de gerçekle karşı karşıya geldiklerinde onları bir karmaşaya sürükleyecektir. Soyut kavramları algılayabildiklerinde ölüm çocuklar için daha belirgin bir hal alır. Ölülerin geri dönülmez bir noktada olduklarının, kendileri gibi yaşamsal faaliyetlerde bulunamayacaklarını bilirler. Olgunluğa erişmiş bireyler için ölüm kendi çevresel ve içsel koşullarında farklı anlamlar kazanırlar. Bireyin baz aldığı felsefi düşünceye, rol model birine, dinine, siyasi görüşüne, kişisel ve bilişsel gelişimine, bu konu üzerine çevreden küçüklükten beri aldığı tepkilere ve bu tepkilerin derecelerine , kaybettiği kişinin\kişilerin yakınlık derecesine ve daha birçok içten ya da dıştan etkenlere bağlı olarak ‘’ölüm’’ olgusuna yükledikleri anlam değişir. Bu değişimi farklı yaşlardaki bireylere şu ‘’Ne zaman öleceğinizi bilseydiniz ne yapardınız? ‘’ ya da şu gibi  ‘’ Şu kadar ömrünüz kaldı dense ne yapmak isterdiniz?’’  birbirini taklit eden bazı sorulara verecekleri cevaplarla görebiliriz. Ya da genelde ölümü çağrıştıran olaylardan yine farklı yaş gruplarına bahsedildiğinde verdikleri tepkilerden gözle görülebilir bir sonuç çıkarabiliriz.  

  Bu noktada ‘’ölüm’’ konusunun tek boyutta irdelenemeyeceğini bunun üstün körü göstermiş oldum. Ve aslında bana göre kafanızı çevirdiğiniz her nokta da ölümü görebilirsiniz. Bir trafikte, rastgele bir canlıda, toprakta, nesnelerde, kendi içimizde… Ve yine bana göre ölüm hayat boyu yanı başınızda doğru anı bekleyen daimi dostunuzdur. Onu zaman zaman görmezden gelmeyi ve zaman zaman da önemsemeyi ihmal etmeyip , kaygılarınıza kapılmadan denge kurabileceğinize inanıyorum. Güzel sonlarınız olması dileğimle. 

Sümeyye ARIKAN