‘’Bir varmış bir yokmuş’’ ile başlayan;çoğumuzun yakından tanıdığı bazılarımızın ise sadece uzaktan bakıp iç geçirdiği,özellikle de çocukların çok sevdiği düşsel ürünlerdir masallar.
Masallar yetişkinlerin artık geride bıraktıklarını düşündükleri ancak çocukluğumuzun ve gelişim sürecimizin belki de en önemli parçalarından biridir. Bu sebeple gelişim örgümüzün her bir ilmeğinde parmak izlerini barındırırlar. Günlük yaşamımızdaki pek çok bilinç dışı davranışımızın erken çocukluğumuzdaki tecrübelerimizle bir ilişkisi vardır. Buradan hareketle düşsel ürünler olarak tabir edilmesinin ardındaki gerçek manayı görmek bizim için daha kolay bir hal alacaktır. Dünyayı yeni tanımlamaya çalıştığımız günlerde oluşabilecek bu organik bağ zamanla yerini üretimsel aktivitelere bırakıyor olabilir mi?
Bıraktığını varsaydığımız bir seçenekte öncelikle masalların anlatım amaçlarını bilmemiz gereklidir. Masal anlatımı sırasında dinleyen çocuk hem anlatıcı ile iletişim içerisinde bulunur hem de bu süreç dahilinde zihinsel faaliyetler harekete geçer. Bir çocuk için ebeveyni ile kurduğu iletişim için masallar doğrudan bir iletişim aracı niteliği taşıyor. Ebeveyni ile daha iyi iletişim kuran bir çocuk ise yaşamında daha doğru iletişim kurabilmenin temellerini atıyor. Anlatılan masalın anlatılış şekli çok büyük önem arz eder. İyi bir masal anlatıcısı karşısındaki çocuğun gelişim basamaklarını, gereksinimlerini ve özelliklerini bilmelidir. Masal saatlerini belirmekte işbirliği yapılmalı, anlatım yapılırken jest ve mimiklere özen gösterilerek anlatılanı yaşıyormuşçasına anlatmak ta bu faaliyetin basamaklarından biridir. Anlatılan masalın anlatım şekli kadar içeriği de önemlidir. Çünkü 3-5 yaş aralındaki bir çocuk ile 5-8 yaş aralığındaki çocuğun anlayış ve odaklanma düzeyleri farklıdır.3-5 yaş aralığındaki çocuklara anlatılan masal, gündelik hayatta yaşanan gerçek ve tanıdık olaylar ile kahraman figürleri içeren mistik olmakla beraber hayal gücünü kullanmaya teşvik edecek ögelerin bulunduğu hibrit bir birleşim olabilir. Gezintiye çıkan bir aile ve süper güçlere sahip olan bir çocuğun hikayesi buna örnek gösterilebilir. Bu masallardaki uyulması gereken konu sade oluşlarıdır. Ayrıca eğer ki bir kitaptan okunma yapılıyorsa görsellerle desteklenmesinde fayda vardır.5-8 yaş aralığındaki çocuklar dil ve kavram yönünden gelişmiş olacağından anlatılan masallar daha fazla detay içerebilir. Bu dönemde doğrunun yanında yanlışı vurgular nitelikte kötü karakterleri içeren ders çıkarılabilecek bir harman barınabilir. Formal eğitimde bu dönemde okuma öğrenildiğinden eğer kitaptan bir okuma söz konusu ise okunaklı olması adına kısa ve büyük harfler içeren versiyonlar seçilmelidir.
Tüm bu ‘Nasıl anlatılır ? ve Ne içermelidir?’ faslından sonra yanıt aramamız gereken diğer soru da ‘Ne içermemelidir?’ olacaktır. Özendirme burada karşımıza çıkan ilk başlık. Masal ontolojisinden bir perspektifle erkek çocukların doğaüstü kahramanlara, kız çocukların ise prenseslere özendiği tespitinde bulunmak çok da yanlış olmaz herhalde.
Çocukların kendilerini dinledikleri masallardaki karakterlerin yerlerine koymaları empati kurabilme becerilerini geliştirmelerine katkı sağlar. Lakin bu durum hayal ve gerçeği ayırt etme noktasında bir kırılma noktası yaşıyor. Anlatılan masal bittikten sonra mistik dünyadan gerçek hayata dönüş kimi zaman çocuklar için sarsıcı olabiliyor. Masallar; kin. nefret, korku ve ölüm gibi mesajları içermemelidir. Göz ardı edilmemesi gereken yegane şey çocukken dinlenilen ve etkisi altında kalınan masallar yaşam boyu hafızalardan silinmez.
Hafızalardan silinmeyenlere değinmişken masal terapisinden bahsetmemek olmaz. Masal terapisi çocukların duyguları ve yaşadıkları olaylar hakkında konuşmakta zorlanmaları sonucunda deneyimledikleri olayları yetişkinler gibi düşünerek anlamlı hale getirememesinden ortaya çıkmıştır. Temel amacı masal ve hikayeler vasıtası ile ihtiyaçları dile getirebilmektir. Bir psikolojik test örneği vermek gerekirse Louısa Duss öykü tamamlama testi bilinen ve uygulanan en etkili yöntemlerden biridir. Test yarım bırakılmış ve çocuk tarafından tamamlanması istenen hikâyelerden oluşur. Her bir hikâye çocuğun dünyasına ait farklı bir bilgiyi elde etmemizi sağlar.
‘Masal dinlememiş çocuklar büyüyünce kedi resmini cetvelle çizerler’ der Cemal Süreya.
Ebeveyn ile fiziksel temasın az olduğu, iletişimin ve ruhsal bütünlüğün az rastlandığı, ebeveynlik becerilerinde pek de parlak olamayan bir ailede yetişmiş çocuklar ile devamlı şefkat gören, kendini güvende ve sağlıklı hisseden, ruhsal bütünlüğü koruyan ebeveynlerin çocukları arasındaki fark yadsınamaz.
Şimdi gelin ruh sağlığı alanında isimlerini duyduğumuz ünlü kişilerin çocukluklarına farklı bir bakış atalım.
Psikanalizin babası olarak kabul edilen Sigmund Freud, 6 Mayıs 1856’da o dönem Moravya’da yaşayan Yahudilerin çoğu gibi yoksul bir ailede dünyaya gelmişti. Bir yün tüccarı olan babası Freud dört yaşındayken ailesi ile birlikte Viyana’ya taşındı ve Freud 1938’de Nazilerin Avusturya’yı işgal etmelerine kadar, neredeyse yaşamının tamamını bu kentte geçirdi.Viyana’da Yahudilere yönelik şiddetli düşmanlıklara maruz kalsa da bu kent, Freud’un dünyaca üne kavuştuğu gerçek yurduydu.
Zorluklar ve yoksulluk barındıran üstüne de kendisinin seçmediği etnik kökeninden insanların zulümlere maruz bırakıldığı bir dönemde Dünya’ya gelen Freud, çocukluğunda ebeveynleriyle nasıl bir iletişim içindeydi net bir şekilde bilemeyiz. Ancak örnek verecek olursak Freud’un ego ideali tanımına nasıl gelindiği konusundaki görüşlerine bakabiliriz. Bu görüşlerin ilki, insanın yaşamının başlangıcında çaresiz olduğu yolundadır. Çocuk doğumdan sonra uzunca bir süre aciz durumdadır ve uzayan acizliğin sonucunda korunmak, gereksinimlerini gidermek ve yaşamak için diğer memelilerden çok daha uzun bir süre çevresine bağımlı kalmaktadır. Bu durumun, çocuğun diğer insanlarla olan ilişkisini belirlemesi açısından önemli bir rol oynadığı söylenebilir der Sigmund Freud. Diğer bir görüş ise Freud’un çocukların oyunlarına ilişkin gözlemlerinden çıkartılabilir. Freud, “Yaratıcı Yazarlar ve Düş Kurma” (1907-1908) yazısında, çocukların oyunlarını incelerken, bir çocuğun oyununun arzuları tarafından, özellikle de büyük olma ve büyümüş olma arzusu tarafından belirlendiğini yazmıştır. Freud’a göre, çocuk her zaman büyümüş olmayı oynamakta ve oyunlarında büyüklerin yaşantısı hakkında bildiklerini taklit etmektedir diye ekler. Buradan bir çıkarım yapmak gerekirse yaşadığı zor hayatın Freud’un masalları üzerinde genellikle büyüme ve güçlenme olgusu üzerine olduğu kanısına varmak çok ta ütopik olmaz diyebiliriz.
Masal anlatanı olmadığında kendi masallarını kendine anlatabilir mi bir çocuk?
Bu sorunun cevabı belki de İsviçreli psikiyatr. analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’un çocukluğundan geçiyordur. Biyografisine baktığımızda; oldukça içe dönük bir çocuk olan Jung, duygu ve düşüncelerini kendine saklayan, aklını meşgul eden şeyleri kendinden başka kimsenin daha iyi anlayamayacağını düşünen, kendisini hep yalnız hisseden, erken yaşlarda ahşaptan figürler oyan ve onlarla konuşan bir çocuk olduğu biliniyor. Otobiyografisinde hep kendi başına oynamak zorunda kalmanın hüznünden bahseder. Ancak hayatı boyu yalnızlığı sever, sadece yapayalnız olduğu zaman, kendisini tamamen kendisi gibi hissettiğini ifade eder.
Kim bilir çocukluğumuzda farkına varamadığımız, büyüdüğümüzde ise bize çok uzak gelen masalların kıymetini bilme vaktimiz gelmiştir artık. Yazımı burada masallardaki gibi noktalıyorum.. “Gökten üç elma düştü; biri bana, biri dinleyenlere, diğeri de bütün iyi insanlara olsun”
– İsmail Berk DEĞİRMENCİ