GİRİŞ
Zihin beden problemi, zihin ve bedenin nasıl bir etkileşim içinde olduğunun sorgulanmasıdır. Bu konuda şu sorular sorulmaktadır. Zihin, bedenin bir parçası olan beyin ile aynı şey midir yoksa bedenden farklı bir şey midir? Modern bilim bu soruları monist bir yaklaşımla yanıtlamaktadır. Beden ile zihin birbirinden bağımsız değildir. Nitekim birçok araştırma zihinsel olayların sinir sistemi ve beynin bir ürünü olduğunu göstermektedir. Zihin beynin bir aynası gibidir. Zihinsel etkinliklerin mutlaka beyinde bir karşılığı vardır.
Hipnoz, nörobilim ve psikoterapinin kesiştiği alandaki önde gelen psikoterapistlerden biri olan Giuseppe De Benedittis bu durumu açıklarken zihin için organik bir yazılım metaforunu kullanmaktadır. (Benedittis, 2017)
Ben bu çalışma ile insanlık tarihi kadar eski bir uygulama olan, büyü ve sihir vasfından sıyrılarak bilim çevrelerince kabulü sürecinde çetin aşamalardan geçen hipnozun nörofizyolojik temellerine ışık tutmak istedim. Her kültürde çeşitli türevlerini bulabileceğimiz hipnozun yüzyıllardır gizemli mitlerle örülmüş perdesi modern bilim tarafından yeni yeni aralanmaktadır. Özellikle nörobiyoloji biliminin gelişmesi ve beyin görüntüleme tekniklerinin üst seviyelere ulaşması ile yapılan araştırmalarla büyük adımlar atılmış, tatmin edici bulgular edinilmiştir. Her zihinsel etkinliğin beyinde bir karşılığı olduğunu bu yönde yapılan hipnoz çalışmaları da desteklemektedir.
Hipnoz olağanüstü ve mucizevi bir durum değildir. Öyle ki hipnoz benzeri durumlar günlük yaşantımızda sık sık başımıza gelir. Örneğin film seyrederken korkmamız ve bunun fizyolojik belirtilerini göstermemiz, araba kullanırken hiç fark etmeden kendimizi gideceğimiz yerde bulmamız hipnoz benzeri bilinç durumlarıdır. Hipnoterapi uzun yıllardır uygulanan, hastaları daha iyi anlamada, onlarla kaynaşmada kullanılan olağan bir tedavi yöntemidir. Ancak toplum tarafından hipnoz günümüz teknoloji çağında bile olağanüstü ve paranormal bir hal olarak görülmekte, dolayısıyla insanların alakasını kolaylıkla celbetmektedir. Popüler kültürü yansıtan kitaplar ve sinema sektörü de bu ilgiyi pek tabii beslemektedir. Neticede hipnoz suistimale ve şarlatanlığa oldukça açık bir alandır. Ben bu sebeple hipnoz gibi bir konuda yazılacak eserlerin çok ciddi referanslara dayanması, salt gerçeklerden ayrılmaması gerektiği kanaatindeyim. Nitekim bu çalışmayı hazırlarken de yararlandığım kaynakları titizlikle seçtim. Bu alanda hatırı sayılır çalışmalara imza atmış hocalar tarafından yazılmış kitapları ve makaleleri okuyup kalemimde harmanladım.
HİPNOZ NEDİR? KULLANIM ALANLARI NELERDİR?
Zihin işlevsel olarak bilinç ve bilinçaltı olarak iki bölüme ayrılabilir. Bilinç; mantıklı, sorgulayıcı, dirençli, kritik eden bir işleyişe sahiptir, objektiftir. “Bir ben var bende benden içeri” sözü ise tam anlamıyla bilinçaltına atıfta bulunmaktadır. Çünkü bilinçaltı buz dağının görünmeyen kısmıdır. Bilinçaltı; değerlerimizin, inançlarımızın depolandığı, istek ve arzularımızın, alışkanlıklarımızın, deneyimlerimizin yer aldığı bölümdür. Bilinçaltı akıl yürütmez, dogmatiktir diyebiliriz. Hipnozun başarısının altında yatan da bilinçaltının bu özelliğidir. Bilinç ve bilinçaltı arasındaki sınırı belirleyerek bilginin bilinçaltına yerleşmesini engelleyen kritik faktör hipnozla aşıldığında, bilinçle kıyaslandığında çok daha hoşgörülü olan bilinçaltında gerekli telkinin kabul edilmesi oldukça kolaydır.
Hepsini toparladığımızda hipnozun tanımının “Genellikle gevşeme, çevresel dikkatin azaltılması ve odaklanmış dikkatin arttırılması bileşenlerini içeren, kişiye özgü yaklaşımları olan, özel bir bilinç hali” (Özgök, 2013) olduğunu söyleyebiliriz.
Hipnozla ilgili bilim camiası tarafından kabul gören pek çok tanım vardır. 1955 yılında İngiliz Tabipler Birliği tarafından düzenlenen raporda yapılan hipnoz tanımına göre “Hipnoz, kişide meydana gelen geçici bir dikkat değişikliği halidir; bu hal başka bir kişi tarafından oluşturulabilir ve bu hal içindeyken kendiliğinden çeşitli fenomenler ortaya çıkabilir. Bu fenomenler bilinç ve hafızada meydana gelen değişimleri, telkinlere olan yatkınlıktaki artışı, kişinin olağan ruh halindekinden farklı tepki ve fikirleri üretebilmesini içerir. Daha da ötesi, anestezi, paralizi, kas katılığı, vazomotor değişiklikler gibi fenomenler hipnoz altındayken meydana getirilebilir ve kaldırılabilir.” (Öztürk, 2019) Bu tanımdan hipnoz ile kişinin algılarında büyük bir değişiklik yaratabilmenin mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca hipnoz ile meydana getirilebildiği söylenen anestezi, felç gibi fizyolojik semptomlara bir sonraki bölümde detaylı olarak değineceğim.
Amerikan Psikoloji Birliği- Hipnoz Bölümü ise en son 2014 yılında güncellediği hipnoz tanımında hipnozun odaklanmış dikkat ve azaltılmış çevresel farkındalık içerisindeki bir bilinçlilik hali olduğunu ve telkinlere cevap verebilirlik kapasitesinde bir artışla karakterize edildiğini ifade etmektedir. (Öztürk, 2019)
Hipnoz antik çağlardan günümüze kültürel aktarım ile evrimleşerek gelen eski bir sanattır. Türklerdeki şaman ritüelleri, Sufizmdeki semah törenleri, Mısırlı rahiplerin uyku tapınaklarında yapılan rüya terapileri, Uzakdoğu geleneğindeki yoga uygulamaları gibi sayısız birçok aplikasyon hipnozun çeşitli kültürlere adapte olmuş halidir. Ancak uzun yıllar bu şekilde dini ayinlerin, sahne oyunlarının, çeşitli hurafelerin temsilcisi olan hipnoz da Aydınlanma Çağı’ndan nasibini almıştır. Hipnoz bu dönemde tedavi unsuru olarak kullanılma yolunda ilk adımlarını Mesmer ile atmıştır. Mesmer, diğer tıbbi tedavilere cevap vermeyen birçok hastanın tedavisinde hipnozun faydasını başarıyla göstermiştir. Mesmerizmden esinlenen İskoç cerrah James Esdaile, Hindistan’da yüzlerce operasyonunu hipnozla gerçekleştirmiştir. Hipnoz isminin ve modern hipnozun babası olarak bilinen James Braid ise Yunan mitolojisindeki Uyku Tanrısı’ndan (Hypnosis) ilham alarak bir türlü uyku hali olarak gördüğü hipnoza bu ismi vermiştir. (Goldberg, 2013)
Hipnoterapide regresyon tekniğini kullanarak psikoanalatik teoriyi geliştiren Freud hipnozu bırakıp psikanalize yönelmiştir. Freud’dan sonra sekteye uğrayan hipnoz bilimi 2. Dünya Savaşı ile doğan hızlı bir tedavi ihtiyacı sebebiyle yeniden göz bebeği olmuştur.
Günümüz dünyasında hipnoz psikoterapide kullanılan etkili bir tedavi aracıdır. Geleneksel ve tamamlayıcı tıp branşına dahil olan hipnoz hak ettiği gibi bilim çevrelerince kabul görmekte; tıbbi ve klinik alanlarda yaygın olarak kullanılmaktadır. Hipnozun yararı, Ulusal Sağlık Enstitüsü tarafından kabul edilmiştir. Amerikan Tıp Birliği, hipnozun klinik olarak kullanımını resmi olarak 1958 yılında, Amerikan Psikoloji Birliği 1960 yılında onaylamıştır (Barabasz & Watkins, 2017). Üstelik hipnoz yalnızca bilim çevrelerince değil kamuoyunca bilinmekte ve talep edilirliği her geçen gün artmaktadır. Bu rağbetin artmasındaki önemli sebepler hipnozla yapılan tedavilerde yan etki olmaması, ortodoks tıbbın hasta taleplerini karşılayamadığı alanlarda tedaviye destek olması, tedaviden hızlı sonuç alınabiliyor olması olarak sayılabilir.
Bugün, Amerikan Psikoloji Birliği – Hipnoz Bölümü hipnozun klinik uygulama alanını şu şekilde listelemektedir: “ağrı, dental ve medikal uygulamalar, ameliyat sonrası derlenme, bulantı ve kusma, anksiyete ve fobiler, depresyon, stres, post- travmatik stres semptomlar, disosiyatif bozukluklar, psikosomatik bozukluklar, sigara içme alışkanlığından kurtulma, kilo kontrolü, alışkanlık bozuklukları, astım, gastrointestinal bozukluklar (örn. IBS), hemofili, deri hastalıkları, doğum.” (Öztürk, 2019)
Uzun yıllar organik ekolün elinde kalan psikoterapi, yukarıda belirttiğim çağımızın hastalığı olan nevrotik bozukluklara karşı çaresiz kalmıştır. Nevrotik bir hasta bilinçli bir şekilde hekime başvursa da, bilinçaltı tarafından oluşturulan kalp sıkışması, çarpıntı, mide ülseri, karında kramp gibi çeşitli semptomlar psikoterapinin ilerlemesini engeller. Böyle durumlarda hipnoz psikoterapin gerekliliği haline gelir. Hipnotik trans ile bu fiziksel semptomlar ortadan kaldırılır ya da etkileri azaltılır. Bu da daha sonra yapılacak olan psikoterapinin başarısını arttırır (Özakkaş, 1995). Nitekim yapılan araştırmalar sonucu ulaşılan bulgular da hipnozun hem psikodinamik hem de bilişsel, davranışsal psikoterapilerin etkinliğini arttırdığını göstermektedir (Lynn & Kirsch, 2012).
Son yıllarda yapılan hipnoz araştırmaları ve tedavileri suni olarak semptom oluşturmaya doğru evrilmektedir. Hipnoz hakkında çok değerli çalışmaları olan Psikoterapi Enstitüsü derneğinin başkanı Tahir Özakkaş bedensel semptomların kontrol edilebilirliğini seanslarda gösterir. Örneğin hipnotik transta panik bozukluğu semptomlarını suni olarak yaratarak hastaya bu semptomların kendi kontrolünde olduğunu gösteriyor, hasta bu semptomlar ile oynamaya başlıyor artık. Böylece hasta panik bozukluğu kendi kontrolü altına alabiliyor (Özakkaş, Psikoz, Sınır Durum ve Nevrozlarda Hipnoterapi, 2015).
Hipnoz alanındaki bu atılımın ortaya çıkmasında klinik alanda sükse yapan tıbbi hipnoz uygulamalarının rolü büyüktür. Hipnozun elde ettiği bu gelişmelerle birlikte hipnoz alanında yapılan araştırmalar da ivme kazanmakta, yarının dünden çok daha teknolojik olduğu dijital çağımızda hipnoz alanındaki laboratuvar çalışmaları yoğunlaşmaktadır. Ben de psikolojik olduğu kadar fizyolojik bir fenomen de olduğu sağlam araştırmalarla ispat edilmiş olan hipnozun fizyolojik mekanizmalarına parmak basmak istiyorum.
HİPNOZUN NÖROFİZYOLOJİSİ
Hipnoz esnasında doğrudan veya dolaylı telkinlerin irademiz dışında işleyen sinir sistemi ve onun fonksiyonlarını etkilemeye muktedir olması oldukça ilgi çekicidir. Hem nötr hipnoz hem telkinli hipnoz ile zuhur eden (nöro)fizyolojik değişikliklere dair farklı taraflarıyla ele alınmak suretiyle birçok araştırma yapılmıştır. Gerek iç çatışmalarla tetiklenen psikosomatik hastalıkların; gerek duygu, düşünce, davranış bozukluklarını kapsayan psikopatolojinin etiyolojisini ve mekanizmasını aydınlatmak bakımından bu sahadaki deneyimler pek kıymetlidir.
Davranış bozukluklarının kliniğini incelemek için laboratuvar çalışmaları yapmak 1950’lere dayanır. O zamanlar deneysel psikopatoloji terimi kullanılmıştır. Bu deneysel çalışmalarla anormal davranışların ardındaki nedenler açığa çıkarılmaya çalışılmıştır (Uran, 2013). Özellikle 2000’li yıllardan itibaren ileri düzeyde gelişmiş görüntüleme yöntemleriyle birlikte hipnoz araştırmaları var olan ruhsal hastalıkları iyileştirmek yerine sağlıklı insanlar üzerinde hastalıkların semptomlarını yaratmaya doğru seyir almıştır. Bir şekilde mevcut psikolojik hastalığın taklidi yaratılarak görüntüleme teknikleriyle incelenmektedir.
Böylece hipnozla yaratılan geri dönüşümlü psikolojik bozuklukların hangi bilgi işleyen sistemlerde düzensizliklere ya da bozukluklara yol açtığı anlaşılabilmektedir. Bu araştırmalar sağlıklı kişiler üzerinde yapıldığı için de aynı kişi normal durumdayken beynin aktive olan kısımlarıyla karşılaştırma yapma olanağı doğar. Yani hipnoz gerçek fizyolojik ve patolojik süreçlerin anlaşılmasında çok kıymetli bir araçtır.
Birçok hastalığın hipnotik olarak muadilini yaratmak mümkündür. Çünkü klinik olarak tanımlanmış birçok hastalık, örneğin kronik yorgunluk sendromu, irritabl bağırsak hastalığı, migren ve bazı ağrıyla belirginleşen durumlar sadece hastadaki somatik şikayete göre tanımlanmaktadır. Bu hastalıkların hiç birisi için klinik veya laboratuvar objektif tanı kriteri yoktur. Aslında çoğu psikiyatrik duruma sadece hastaların bildirimlerine göre tanı konmaktadır. Nöroloji kliniklerine başvuran hastaların yüzde altmışında objektif olarak bir şey bulunamamaktadır. (Uran, 2013) Birçok çalışma, hipnotik ortamda yaratılan klinik hastalık taklitlerinin gerçeğiyle hem nörofizyolojik hem de fenomonolojik olarak uyumlu olduğunu ispatlamıştır. Histerik körlük, histerik paralizi (felç), amnezi (hafıza kaybı) hastalıklarının hipnotik ortamdaki muadilleri bu çalışmalarda –daha sonra değineceğim üzere- meydana getirilmiştir.
Hipnotizmanın sinir sistemiyle etkileşimine dair araştırmalar eski mıknatısçılara (Mesmerizm) kadar uzanmakla birlikte teknolojik ve tıbbi gelişmeleri göz önünde bulundurarak güncel tecrübelerden bahsetmeyi uygun buluyorum.
HİPNOZA GİRMEK VE HİPNOZİBİLİTE
İlk olarak hipnoz ile meydana geldiği bilhassa nörogörüntüleme yöntemleriyle sağlaması yapılmış fenomenleri ele alalım. Hipnoz sırasında beyinde ne gibi değişiklikler olur? Tanımlarda yer verdiğim üzere hipnoz sırasında kritik eden bölümlerin devre dışı bırakılması, emosyonel kısımların ise aktif hale gelmesi söz konusudur. Nitekim trans esnasında korteksin en ilkel parçası olarak bildiğimiz limbik sistemin uyarılması prefrontal sistemi baskılamakta ve bilgi işlemesi durmaktadır. Prefrontal korteks hafıza, düşünme, karar verme, idare etme gibi çok sayıda bilişsel işlevde rol oynar ve korteksin büyük bir bölümünü teşkil eder (Uran, 2013). Normalde bu bölge hipnoz sırasında etkinleşir ancak dorsolateral kısmı (karar verme işlevini yapar) kişi hipnoza girdiğinde bloke edilir. Bu nedenle bu bölge “bilinç gardiyanı” olarak bilinmektedir. (Benedittis, 2017) Bu durum yanlış bilindiği üzere itaat ya da uyum göstermekten farklıdır. Zira itaat durumunda kişi bilinçli olarak kendi istek ve arzularını geçici olarak bir kenara koyar. Hipnozda ise kişilerin doğrudan algıları etkilenmektedir.
Normalde duygular, içsel farkındalık ve motivasyonun yönetildiği bölüm olan limbik sistem ile mantıksal analizlerin ve üst düzey planlamanın yapıldığı bölüm olan neokorteks arasında bir iletişim vardır. Günlük yaşamda dıştan gelen kelimeler hem neokerteks hem de limbik sistemlerce değerlendirilir. Ancak hipnoza yatkın kişilerde limbik sistem hakimken hipnoza dirençli kişilerde neokorteks hakimdir. Bu kişiler hipnotistin telkinlerini sürekli kritize ettikleri için telkinlere adapte olmakta zorlanırlar. Hipnozibilitesi yüksek olan insanlar ise kelimeleri doğrudan duygu yüklü olarak algılarlar ve motive olurlar. Duygu durumları hipnotistin telkinleriyle uyumlu hale gelir. Kritik analiz en alt seviyeye düşer (Uran, Evrimsel Açıdan Hipnoz, 2013). Bu çalışmaları desteklemek için bir örnek vermek istiyorum. Alkolün hipnoz sırasında aktivitesi minimuma inen frontal lobun aktifliğini kısıtladığı bilinmektedir. Bu nedenle alkol alan insanlar hipnotize edilebilirlik testinde daha yüksek puan kaydetmektedirler. Ayrıca hipnozibilitenin genetik olduğu görüntüleme yöntemleriyle saptanmıştır. Corpus collosumun ön bölgesi (rostrum) dikkatle ilgili süreçleri yönetir. MRI çalışmalarında hipnoza yatkın insanların daha geniş bir rostruma sahip oldukları görülmüştür (Özgök, 2013).
Szechtman ve arkadaşları PET çalışmaları ile işitsel halüsinasyonlar esnasında hipnoza aşırı yatkın kişilerde sağ ACC ön bölümünde (rostral anterior singulat korteks) kan akımının arttığını göstermiştir. Bu bölgelerdeki kan akımı normal bir sesi işittiğinde de artmaktadır. Kişi gelen sesin doğruluğundan ne kadar emin olursa bölgedeki perfüzyon o kadar artmaktadır.
Buradan sağ anterior singulat korteksin algılamayı değiştirerek, uyaranın dışarıdan geldiği izlenimini yarattığını söyleyebiliriz. Bu bölge duygusal tecrübelerin denetlenmesinde rol oynamaktadır (Uran, 2013).
Bu gözlemlerden telkinlerin süjeye “bilme hissi” ni kazandırarak onda gerçeklik algısı yarattığı anlaşılmaktadır. Böylece hipnotik görüngülerden biri olan disoisyan (kopma) dediğimiz olay gerçekleşmekte, algısal deneyimle gerçek birbirinden kopmaktadır. Obsesif bozukluğu olan insanların gerçeğin farkında oldukları halde bilme hissine sahip olmadıkları için takıntılı davranışlarını sürekli ve sürekli tekrarladıklarını biliyoruz. Burada da gerçeklik ile bilme hissi arasında bir kopma meydana gelmektedir. Obsesif hastalarda dış uyarı vardır ama bilme hissi yoktur. Hipnozda ise dış uyarı olmamasına rağmen bilme hissi vardır, gerçek farkındalığı yoktur. (Uran, 2013) Obsesif bozukluğu olan hastaların anterior singulat kortekslerinin aşırı aktivite gösterdiği saptanmıştır (Öznur, Erdem, & Akarsu, 2013). Hipnotik telkinler sonucunda da ACC’ de aşırı aktivite gözlenmekte ve obsesif bozukluktaki gibi gerçeklik yitirilmektedir. Bu ortak noktaların obsesif bozuklukların henüz bilinmeyen yönlerini aydınlatmak bakımından ümit verici olduğunu düşünüyorum.
HALÜSİNASYONLAR
Şunu da tebarüz ettirmeliyim, psikiyatrik hastaların birçoğunda en çok olan hastalık semptomlarından biri de kulağa gelen yabancı ve olmayan seslerdir. Pek tabii fizyolojik mekanizmalarla işleyen kulağımız da diğer tüm azalarımız gibi psişik aksaklıklardan etkilenmektedir. Bu süreçleri daha iyi anlamak adına yapılan yukarıda belirttiğim gibi birçok araştırma vardır. Ben yapılan araştırmalardan en ilginç bulduğum görme halüsinasyonlarına, Tahir Özakkaş’ın yaptığı bir deneye temas etmek istiyorum.
Bilindiği üzere YEŞİL renk MAVİ ve SARI renklerin karışımı ile elde edilir. Tahir Hocamız hipnoz esnasında süjeye önce her iki gözünün de tüm renkleri normal gördüğünü söylüyor. Çok çeşitli renklerdeki kağıtlardan YEŞİL rengi süjeye göstererek ne renk olduğunu soruyor ve “YEŞİL” cevabını alıyor. Sonra süjeye telkinde bulunuyor ve bundan sonra sen MAVİ rengi göremeyeceksin diyor. Bu telkinden sonra elindeki YEŞİL renkli kağıdı süjeye göstererek ne renk olduğunu soruyor. Cevapsa oldukça enteresan oluyor: “Elinizdeki kağıt SARI renktedir.” Oldukça ürpertici bir düzenek! Bu çalışma farklı renklerle ve farklı süjelerle de birçok kez tekrarlanıyor ve benzer sonuçlar alınıyor. Peki, bu nasıl olmaktadır? Normalde gözdeki reseptör organlarında çomak ve koni hücreleri tarafından alınan çeşitli dalga boyundaki ışınlar(her dalga boyu belirli renkleri kapsamaktadır) elektriksel sinyale dönüşmekte ve impuls olarak sinirler aracılığı ile beynin ilgili merkezine aktarılmaktadır. Buraya gelen impulslar hipnotik trans gibi kendilerini engelleyecek bir bilgi birikimi yoksa normal fonksiyonlarını devam ettirerek beyinde değerlendirilirler. Ve bunlara uygun cevap oluşarak, hayalimizdeki görüntü canlanır. Hipnozda ise durum daha değişiktir. Verilen telkine uygun olarak MAVİ şifreyi taşıyan impulslar saf dışı bırakılır ve beyindeki görüntü merkezine yalnızca SARI renk taşıyan impulslar ulaşır. Kısacası beyinde verilen telkin gereği bir sansür mekanizması uygulanmaktadır. Henüz görüntünün hayali canlanmadan önce yapılan bu sansür ile telkine uygun olarak belirli dalga boylarında gelen ışınlar saf dışı bırakılır (Özakkaş, Tek Gözde Oluşturulan Pozitif Renk Halüsinasyonları, 1993)
Hipnozla sağlanan bu sansür mekanizması yalnızca görme duyusunu değil diğer duyuları da alt edebilmektedir. Bu trans hali ile insanlara soğanı tatlı bir elmaymışçasına haz alarak yedirebilmek, olmayan birinin seslerini duyurabilmek gibi birçok şey mümkündür. Bunlarla ilgili yapılan birçok çalışma da olmakla beraber benzer mekanizmaları içerdiklerinden bir örneğin kafi geleceğine inanıyorum.
Şunu belirtmek isterim ki her ne kadar bu uygulamalar zevkli bir oyun gibi gözükse de hepsi hipnozun bilinmeyen yönlerini aydınlatmak ve onu daha iyi kavramak için yapılmaktadır. Aksi takdirde bu mekanizmanın orasını burasını bilgisizce kurcalamak süjede telafisi zor hasarlar bırakabilir. Zira değinmiş olduğumuz üzere süjeye yapılan gereksiz telkinler doğrudan şuuraltına gitmekte ve onu istem dışı olarak etkilemektedir.
HİPNOZ VE AĞRININ ALGILANMASI
Ağrı konusu, dünyada hipnoz ile ilgilenen araştırmacıları, en çok meşgul eden alan (Benedittis, 2017). Özellikle son yıllarda hipnoz alanında yoğun olarak yapılan analjezi (ağrıya duyarsızlık) çalışmalarının fizyolojik izahı da yine sansür mekanizmasıdır. Kabaca söylersek, beynimize ağrı impulsları ulaştığı halde bu bilince çıkmamakta dolayısıyla gereken motor ve psişik cevap oluşmamaktadır. Bilfiil süjelere ağrılı uyaran verildikten sonra çekilen EEG dalgalarında da belirgin değişiklikler tespit edilmiştir (Özakkaş, Analjezi, 1993)
Hipnozun ağrıyı yönetme etkisi beyinde MCC aracılığıyla olmaktadır. Hipnoz ortamında ağrının azalma şiddetiyle MCC uyarılması arasında ilişki bulunmuştur. MCC nin orta ve arka bölümleri ağrı algısının düzenlenmesiyle ilgiliyken, ön bölümleri dikkat gerektiren görevlere yoğunlaşmıştır. MCC kritik bir yerde bulunmaktadır. Sensory (duyusal) alanlardan duyunun zararlı bölümlerinin iletimini alır. ACC ve amigdaladan ise ağrının affektif (duygusal) bölümüyle ilgili uyarıları alır. Beynin değişik bölgelerinin korteks ve subkorteks alanlarında ağrının değişik bölümleri işlenir. MCC nin bu alanlarla sinirsel bağlantıları vardır. Hipnotik telkinle yaratılan ağrı algısının bastırılması için MCC ve diğer ağrı bölgeleri (insula, pregenual, frontal, pre SMA bölgeler, beyin sapı, talamus ve bazal gangliyonlar) arasındaki trafik belirgin şekilde artmaktadır. Hipnozda bu premotor yani hareket öncesi uyarılan alanlardaki aktivite azalması hipnozun kaygıyı azaltarak ağrıya karşı oluşacak duygusal ve eylemsel savunma mekanizmalarını engellediğini ortaya koymaktadır. Sanki MCC den diğer bölgelere ağrıyı işlememeleri konusunda haber gönderilmektedir. Özellikle prefrontal alanla olan iletişim artmaktadır (URAN, Hipnoz ve Ağrının Algılanması, 2013) Bu artış hafızanın çalışmasına, algılama deneyiminin yeniden yorumlanmasına işaret etmektedir. Oksipital lobdaki serebral bölgesel kan akımı artışı ve EEG deki delta artışı, görsel canlandırma ve uyanıklıkta azalma ile birlikte bilinç değişikliklerini yansıtır. Ayrıca uyarılmış potansiyellerde (UP) geç UP amplütüdü (genlik) azalır. Bu da dikkatin ağrılı uyarandan başka yöne çekilmesi arasında bir ilişki olabileceğini gösterir (Özgök, 2013). Çünkü geç UP değişiklikleri ağrı yorumlanmasındaki emosyonel bozukluklar ile ilgilidir. Sonuç olarak hem ağrısız hem de ağrılı uyaranlara karşı hipnozda, hipnotik olmayan duruma göre algı azalması olmaktadır. Bunun nedeni ACC, insular, prefontal, premotor kortekslerde uyarı azalmasıdır. Bunun yanı sıra beyin sapı, talamus ve striatum ve primer duyum alanlarında yukardan aşağı bir baskılama söz konusudur. Ağrılı durumda ACC, striatal ve talamik alanlarda ağrısız uyaranlara göre daha fazla aktivite baskılanması olmaktadır (URAN, Hipnoz ve Ağrının Algılanması, 2013). Velhasıl hipnoz ağrıya cevabın bilişsel veya emosyonal inhibisyonla yeniden yorumlanmasına ve modülasyonuna neden olur (Özgök, 2013). Bu araştırmalar psişik etkenlerin en az ilaçlar kadar ağrıyı yöneten merkezlere hükmedebildiğini göstermektedir.
Filhakika tüm uluslararası klasik kitaplar psişik menşeyli ağrılardan kurtulmada hipnozun inkar edilemeyecek bir yeri olduğunda hemfikirdirler. Bunun yanında migren, terminal safhaya varmış birçok kanser, iskemiye bağlı ağrılar gibi birçok organik nedenli ağrılar da hipnoz sayesinde tedaviye ulaşmaktadır (Özakkaş, Analjezi, 1993).
Bu konuyla ilgili değinmek istediğim son şey fizyolojik temelleri araştırılmadan önce hiçbir ağrıya hipnozla müdahale edilmemesi gerektiğidir. Ağrı semptomları bizim için hayatidir, bir şeylerin yolunda gitmediğinin habercisidir. Bilgisizce yapılan bir hipnoz tedavisi bu haberciyi tedbir almadan etkisiz bırakarak organik hastalıkların sinsice ilermesine neden olabilir.
AMNEZİ VE HİPNOZ
Yakın zamanda Mendelsohn tarafından yapılan bir çalışmada hipnotik telkinlerle posthipnotik amnezi yaratılmıştır. Bu çalışma ile unutma telkininin beyinde uzun süreli bilgiyi açığa çıkarma merkezlerini baskıladığı saptanmıştır. Aynı durumun post travmatik amnezide söz konusu olduğu ortaya atılmıştır.
Deneyde yarısı post travmatik amnezi telkinlerine yanıt veren yarısı vermeyen 25 deneğe normal zihinsel durumda 45 dakikalık bir film izletilmiştir. Bir hafta sonra deneklere izledikleri film ve film izlerken gözlemledikleri her şeyi unutma telkinleri verilir. Transtan çıktıktan sonra deneklere filmle ilgili ve film izledikleri ortamla ilgili ( örn. film seyrederken salonun kapısı açık mıydı?) sorular sorulur. Bu zihinsel eylem sırasında tüm deneklerin fMRI kayıtları alınır. Filmle ilgili alınan cevaplardan PHA telkinine yanıt veren deneklerin telkine yanıt vermeyen deneklere göre daha fazla ayrıntı unuttukları, film izledikleri ortamla ilgili sorularda ise enteresan bir şekilde aynı sayıda ayrıntıyı hatırladıkları gözlenir. Yani unutturma telkinleri içinde bulunulan ortam için işe yaramamıştır. Bu duruma başka örnekler de verilebilir. Örneğin hipnotik transtaki bir kişiye gözlerini açtığında karşısında hiçbir şey görmeyeceği telkini verildiğinde gerçekten de hiçbir şey görmediğini söyler. Ama dümdüz yürümesi telkini verildiğinde sandalyeyi görmemesine rağmen etrafından dolaşır. Buradan anlaşılacağı üzere beynimiz bir görüntüyü unutsa bile olayı ve o olayın yaşattığı duyguları unutmaz. Hafıza kaybı durumunda bile bilinçaltı önceki deneyimlerinden yararlanarak duyguları üretmeye devam eder.
Hatırlama eyleme sırasında beynin görsel (oksipital lob) ve sözel analiz (sol temporal lob) alanlarında belirgin aktivite artışı olur. Deneyde çekilen fMRI kayıtlarına göre PHA telkinine yatkın olmayan grupta testlerin yanıtlanması sırasında her iki lobda da aktivite gözlemlenmiştir. PHA telkinine yatkın deneklerde ise bu alanlarda aktivite gözlenmemiştir. Ancak bu deneklerde ise diğer beyin bölgelerindeki etkinliği düzenleyen prefrontal alanda yoğun aktivite saptanmıştır. Bu alanlar telkinin etkisi ile unutturma eylemini başlatmakta ve hatırlama alanını bastırmaktadır. Anlaşılacağı üzere hipnotik telkinin tesir edebilmesi için beyinde birtakım fizyolojik değişiklikler oluşturması şarttır (Uran, İleri Teknolojik Araştırma Teknikleri ve Hipnoz, 2013).
HİPNOZUN OTONOM REFLEKSLERE TESİRİ
Vücudumuzun iç organlarına ait fonksiyonları düzenleyen sinir sistemi bölümüne otonom sinir sistemi denir. Bu sistem omurilik, beyin sapı ve hipotalamusta bulunan merkezlerce yönetilir. Bu merkezlerle vücudun farklı bölgeleri arasındaki iletişim de viseral refleksler aracılığıyla olur. Bu refleksler sempatik ve parasempatik sistemlerle iletilir. Gözümüzün iki fonksiyonu da (pupillanın açılması ve lensin odak ayarı) bu sistemler tarafından yürütülür. Pupil ışık refleksi göz bebeğinin ortamdaki ışığa göre büyüyüp küçülmesi demektir. Peki, hipnozla tamamen bizim irademiz haricinde olan bu refleksleri kontrol etmemiz mümkün mü? Bu soru için yine Tahir Hocamızın yaptığı heyecan verici bir deneyi anlatmak istiyorum.
Hipnoz sırasında süjeye tamamen hareketsiz kalması telkini verildiğinde süje buna harfiyen uyuyor. Öyle ki gözüne girmesine milimetre kalan bir iğneye bile tepkisiz kalıyor. Çünkü uyaranlar beyinde sansüre takılarak ilgili motor refleks cevabı doğurmuyor. Ancak gözüne ışık tutulduğunda süje tamamen tepkisiz olmasına rağmen iradesi dışında işleyen pupil ışık refleksi çalışıyor yani ışık tutulduğunda göz bebekleri daralıyor, ışık çekildiğinde tekrar genişliyor. Çümkü göze gelen ışık uyarıcıları ilgili ışık reseptörlerince alınıyor, beyne ulaştırılıyor ve beyinden uygun refleks cevap çıkarak göz bebeğini daraltıyor. Ancak bu refkleksleri dolaylı olarak bir şekilde kırmak mümkün. Nasıl mı? Süjeye kör olduğu telkini verilerek elbette. Gerçekten de süjeye bundan sonra hiçbir ışığı göremeyeceği telkini verildiğinde göze ışık tutulsa bile sansür mekanizma sayesinde gereken cevap beyin tarafından verilmiyor ve pupil ışık refleksi buloke ediliyor. Bu test derin transa giren bir süjenin reflekslerine indirekt olarak istenildiği gibi hakim olunabileceğini gösterir. (Özakkaş, Otonom Sinir Sistemine Tesit ve Fizyolojik Değişiklikler, 1993). Ayrıca bu araştırma dolaylı telkinlerin direkt telkinlerden çok daha güçlü olduğunu bize gösterir (Benedittis, 2017).
STİGMATLAR
Ruhi fenomenlerin organizma üzerindeki tesiri büyüktür. Birçok psişik uyumsuzluklar kişide iç çatışmaları doğurmakta bu da birçok organik hastalığa yol açmaktadır. Bu konu hakkında yapılan çalışmalar psikosomatik hastalıkların psişik faktörlerden ne denli etkilendiğini anlamak adına çok değerlidir. Yapılan araştırmalarda aynı olayların hipnotik transla da oluşturulması bu tezi destekler mahiyettedir. Stigmat’lar olarak belirtilen bu fenomenin oluşması hipnotik transın gücünün muazzam olduğunu da bizlere gösterir. Stigmat, hipnotik transtaki süjeye telkin yoluyla etki ederek, vücüdun çeşitli yerlerinde vezikül ve büller (yanıkla vb. oluşan içi su dolu kabarcıklar) oluşturmaktır.
E.A. Hadfield hipnotize ettiği H.P adlı bir denizciye koluna kızgın bir demir bastığını ve o nahiyenin yanacağını söyler. Halbuki parmağının ucu ile dokunur ve üstünü sarar. 6 saat sonra sargılar açıldığı zaman o nahiyede hakikaten bir kızarıklık ve kabartı görülür. Ertesi gün ise kabarık bir hayli büyümüş ve su toplamıştır (Özakkaş, Stigmatlar, 1993) Görüldüğü üzere kişinin psişi organizması üzerinde muazzam bir güce sahiptir. Ruhumuz biz farkında bile olmadan vücudumuzda söz sahibi olmaktadır, öyle ki organik mekanizmalarımıza tesir ederek onları bozmaktadır.
BEYİN DALGALARI VE HİPNOZ
Odaklanma anında devreye giren birçok beyin bölgesi arasındaki iletişimi sağlayan ve 35-80 Hz arasında seyreden gama dalgaları hipnozla yakından ilişkilidir (Uran, Kortikal Osilasyonlar ve Hipnoz, 2013). Araştırmalara göre hipnoz esnasında hipnoza yatkın insanların beyinlerindeki gama dalgaları normalden daha düşük çıkmıştır. Bunun sebebi hipnoz indüksiyonu sonrasında odaklanmanın bozulmasıdır. Ancak geçmişten bir olayı hatırladıkları sırada beyindeki gama aktivitesi belirgin şekilde artmaktadır çünkü hipnoza yatkın kişiler hipnoza girdikten sonra verilen telkinlere daha kolay odaklanmaktadır. Olumlu bir olay hatırlanacağı zaman gama aktivitesi beynin her iki yarım küresinde de artar. Olumsuz bir olay hatırlanacağı sırada ise gama aktivitesi sadece sağ yarı kürede artar. Olumlu duygu içeren olaylarda sol beyin devreye girip olayı analiz edebilirken, olumsuz duygular yalnızca sağ beyini uyarır, sol beyin bastırılır. Ayrıca hipnoza yatkın kişilerde hipnoz indüksiyonu bittiği zaman sol yarı kürede gama aktivitesi azalırken sağ yarı kürede artış gözlemlenir. Bu durum hipnoz sırasında sol beynin bastırıldığının göstergesidir. Sonuç olarak hipnoz hali hipnoza yatkın kişinin dikkatinin dağılmasına neden olur, bunun sonucunda da gama dalgalarının yoğunluğu azalır. Ama bir talimat verildikten sonra tekrar gama frekans artışı gözlemlenir (Uran, Kortikal Osilasyonlar ve Hipnoz, 2013)
Gama frekanslarının bir alt bandı “beta2” olarak bilinir. Hipnoza yatkın kişilerde hipnoz indüksiyonunun başında sol yarı kürede beta2 artışı olur. Ama indüksiyon ilerledikçe bu artış azalmaya başlar ve her iki yarım kürede eşit olarak dağılır. Bu durum da aynı şekilde frontal lobun baskılanması olarak açıklanmaktadır.
Gama dalgaları bilincin gerekliliği olduğu için hipnozu oluşturan telkinlerin bilinci nasıl etkilediği bu dalgalar üzerinden incelenmiştir (Uran, Kortikal Osilasyonlar ve Hipnoz, 2013). Ancak hipnotik transta yoğunluğu hepsinden fazla olan frekansın bilinçaltı belleğine karşılık gelen alfa dalgaları olduğunu da belirtmeliyim. Alfa düzeyinde konsantrasyonumuz üst seviyelerdedir. Alfa dalgalarının yoğun olduğu faaliyetlere hipnoz, meditasyon, hayal kurma, uykuya geçiş ve uyanmayı örnek gösterebiliriz (Goldberg, Hipnoz Fenomeni, 2013).
HİPNOZ ÖZEL BİR BİLİNÇ HALİ MİDİR?
Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle özel zihinsel durumlar hakkında bilgi sahibi olmamız gerekir. Bir zihinsel durumun nörofizyolojik olarak diğerlerinden ayrılabilmesi için hem subjektif durumun hem nörofizyolojik bulguların farklı olması gerekir (Uran, Özel Zihinsel Durumun Nörofizyolojik Bulguları, 2013). Örneğin bir kişi uykuda olup olmadığını söyleyebilir ve EEG, EMG ölçümleri de bunu doğrular. Uyku ve uyanıklık özel zihinsel durumlardır.
Hipnozun özel bir bilinç hali olabilmesi için uyanıklık, koma ve uyku hallerinden farklı olması gerekir. Yani bir araştırmacının eline hipnoz sırasında ölçülmüş beyin kayıtları verildiğinde o kişinin hipnozda olduğunu söyleyebilmelidir.
Hipnozda olan kişiler farklı durum hissettiklerini söylerler yani subjektif deneyim farklıdır ancak hipnoza özgü diyebileceğimiz kesin nörofizyolojik bulgular yoktur. Hipnoz sırasında teta, alfa aktivitelerinin artması gevşeme, hayal kurma gibi çeşitli bilinçlilik durumlarında da gözlenir. Hipnoz sırasında görme, işitme, koklama duyularıyla çeşitli halüsinasyonlar algılanırken, gerçekte bu duyuları kullandığımızda aktif olan beyin bölgeleri aktifleşir. Dolayısıyla bu bulguların hiçbiri hipnoza mahsus özellikler değildir.
Hipnozun özel bir bilinçlilik hali olduğunu savunan hipotezler vardır. Araştırmalar hipnoz sırasında orta hat ile sol yan arasında gama bant aktivitesi bağlantısının azaldığını göstermektedir. Bu bulguların çatışma yönetiminden sorumlu olan ACC ile bilişsel kontrolden sorumlu olan lateral prefrontal korteks (IPFC) arasındaki iletişim kopmasından meydana geldiği düşünülmektedir. Bu dissosiasyon birçok hipnotik fenomenin ortaya çıkmasını açıklamaktadır. Ancak bunlar bilimsel gerçekler değil, bu gerçekler üzerine yapılan yorumlardır. Beyin bölgelerinin ve gama dalgalarının işlevleri, kapasiteleri tam anlamıyla çözülmüş değildir (Uran, Özel Zihinsel Durumun Nörofizyolojik Bulguları, 2013). Sonuçta hipnozun başlı başına özgün bir zihinsel durum olduğunu söyleyebilmek için önümüzde uzun bir yol ve aydınlatılması gereken çok konu vardır.
DEĞERLENDİRME
Araştırmaya başlamadan önce hipnoz konusundaki fikirlerim hipnozu sihirle eş tutacak kadar bilgisizceydi. Ancak bu çalışmayı ortaya koyduktan sonra hipnozun tamamen fizyolojik bir olay olduğunu, psişik temelli hastalıkların tedavisinde ne denli etkili bir araç olduğunu öğrendim. Hipnozun nörofizyolojisini inceleyen birçok deneyi okurken hayrete düştüm. Hipnoz vücudumuzun organik fonksiyonlarına tesir edebilecek hatta onları değiştirebilecek kadar kudretli bir ilim. Esasen insanın psişik yönü biyolojik mekanizmalarını yönetecek güçtedir. Bu sebeple insanı bir makine yerine koymak, onu basite indirgemek pek de akıllıca değildir. Bu sebeple doktorların iki ay ömür biçtiği hasta umudunu yitirmediği için iyileşebilmektedir. Böyle mucizevi bir tarafı sırf mantığımıza uymuyor diye inkar etmek gerçeklere göz yummak demektir. Unutmamalıyız ki şuan mantığımıza uymayan gerçekler, ileride başlara taç edilecek hakikatler olabilir. Hipnozun zihni faktörleri, psişik mekanizmaları mantık elbisesine büründürmesi, fizyolojik gerçeklerle açıklaması bu anlamda çok kıymetlidir. Psikoloji bilimiyle yakından ilgilenen bizlerin alanı da bizzat insan ruhudur, insanı anlamaktır. Ruhumuzun bilinmeyenlerini çözmek ve onların fizyolojik güçlere dönüşümünü keşfetmek bakımından bizlere çok iş düşmektedir.
İnsan beyni dünya üzerindeki en muazzam ve karmaşık organdır. Çağımızın ulaştığı ileri teknolojiye rağmen bu inanılmaz yapının çözülememiş bölümleri, anlaşılamamış fonksiyonları vardır. Üstelik her bölümün birden fazla bilinen ve bilinmeyen görevlerinin olması, bir olay karşısında çok çeşitli beyin kısımlarının organize olması yapılan araştırmaları da bir o kadar zorlamaktadır. Bu doğrultuda hipnozun nörolojisinin incelendiği çalışmalar da dallanıp budaklanmaktadır. Bu nedenle çalışmamı hazırlarken bu araştırmaları istiflemekte, tekerrür etmemek adına aynı ana fikirde olan etütleri elemekte biraz zorlandım.
Neticede en ilginç ve amacımın anlaşılması bakımından zaruri gördüklerimi çalışmama dahil ettim. Benim için diğer bir güçlük beynin birçok bölümüne ve görevlerine henüz aşina olmamamdı. Bu nedenle okuduklarımı kavrayabilmek için bu doğrultuda farklı koldan bir araştırma yürütmem gerekti. Benim gibi hipnozun nörofizyolojik temellerine alaka duyup araştırmak isteyen ancak sinir sistemine dair çok sınırlı bilgiye sahip olanlara da nacizane tavsiyem beynimizin birçok bölümünü ve fonksiyonlarını, konu için “hazırbulunuşluluk” dediğimiz düzeye gelmek adına araştırmasıdır.
Temennim, etkileri ve faydaları bilimsel yöntemlerle ölçülebilecek derecede kuvvetli böyle bir alanda yapılan çalışmaların ivme kazanarak artması ve uzman ellerde psikoterapi aracı olarak kullanılmasının yaygınlaştırılmasıdır.
KAYNAKÇA
BARABASZ, A., & WATKINS, J. (2017). Önsöz. A. BARABASZ, & J. WATKINS içinde, Hipnozla Tedavi Yöntemleri (s. 9). İstanbul: Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları.
BENEDİTTİS, G. D. (2017). Nörobilim, Psikoterapi ve Hipnoz. G. d. BENEDİTTİS içinde, Hipnotik Beyin (s. 7-8,10-11). İstanbul: Özak Yayınevi.
GOLDBERG, B. (2013). Hipnoz Fenomeni. B. GOLDBERG içinde, Hipnoz (s. 20-21). İstanbul: Nokta Kitap.
GOLDBERG, B. (2013). Hipnozun Kısa Tarihi. B. GOLDBERG içinde, Hipnoz (s. 13-15). İstanbul: Nokta Kitap.
LYNN, S. J., & KIRSCH, I. (2012). Giriş: Tanımlar ve İlk Dönemler. S. J. LYNN, & I. KIRSCH içinde, Klinik Hipnozun Esasları (s. 1). İstanbul: Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları.
ÖZAKKAŞ, T. (1993). Analjezi. T. ÖZAKKAŞ içinde, Hipnoz (1. CİLT) (s. 316). Kayseri: Özak Yayınevi.
ÖZAKKAŞ, T. (1993). Otonom Sinir Sistemine Tesit ve Fizyolojik Değişiklikler. T. ÖZAKKAŞ içinde, Hipnoz (1. CİLT) (s. 394). Kayseri: Özak Yayınevi.
ÖZAKKAŞ, T. (1993). Stigmatlar. T. ÖZAKKAŞ içinde, Hipnoz (1. CİLT) (s. 470). Kayseri: Özak Yayınevi.
ÖZAKKAŞ, T. (1993). Tek Gözde Oluşturulan Pozitif Renk Halüsinasyonları. T. ÖZAKKAŞ içinde, Hipnoz (1. CİLT) (s. 279-280). Kayseri: Özak Yayınevi.
ÖZAKKAŞ, T. (1995). Stres Belirtilerinin Kontrolünde Hipnoz. T. ÖZAKKAŞ içinde, Hipnoz (3. Cilt) (s. 41). Kocaeli: Özak Yayınevi.
ÖZAKKAŞ, T. (2015). Psikoz, Sınır Durum ve Nevrozlarda Hipnoterapi. T. ÖZAKKAŞ içinde, Hipnoz Ne Yapar? (s. 11). İstanbul: Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları.
ÖZGÖK, A. (2013). Hipnoz ve Anestezi. Anestezi Dergisi, 10-11,12-13.
ÖZNUR, T., ERDEM, M., & AKARSU, S. (2013). OKB’ de Nöropsikolojik Defisitlerin Beyin Bölgeleri ile İlişkisi. Psikoterapide Güncel Yaklaşımlar, 343.
ÖZTÜRK, A. Ö. (2019). Tıbbi Hipnozun Klinik Uygulamaları. Journal of Biotechnology and Strategic Health Research, 120-121,124.
URAN, B. (2013). Davranış ve Hipnoz Deneyimi. B. URAN içinde, Hipnoz ve Beyin (s. 77). Ankara: Pusula Yayınevi.
URAN, B. (2013). Evrimsel Açıdan Hipnoz. B. URAN içinde, Hipnoz ve Beyin (s. 89). Ankara: Pusula Yayınevi.
URAN, B. (2013). Hipnoz ve Ağrının Algılanması. B. URAN içinde, Hipnoz ve Beyin (s. 107-108). Ankara: Pusula Yayınevi.
URAN, B. (2013). İleri Teknolojik Araştırma Teknikleri ve Hipnoz. B. URAN içinde, Hipnoz ve Beyin (s. 71-74). Ankara: Pusula Yayınevi.
URAN, B. (2013). Kortikal Osilasyonlar ve Hipnoz. B. URAN içinde, Hipnoz ve Beyin (s. 97,101). Ankara: Pusula Yayınevi.
URAN, B. (2013). Özel Zihinsel Durumun Nörofizyolojik Bulguları. B. URAN içinde, Hipnoz ve Beyin (s. 165). Ankara: Pusula Yayunevi.