BİR AKŞAMÜSTÜ ALİ BEKİR’İ YOKLAYAN DAYANILMAZ BAŞ AĞRISI

Ali Bekir dayanılmaz bir baş ağrısıyla yataklara düşeli üç gün oluyordu. Ağrı onu bakkaldan ekmek ve gazete alışverişi yaparken aniden yakalamıştı. Ali Bekir ‘‘Allah Allah, n’oluyoruz,’’ diyerek parasını zar zor bakkalın eline tutuşturmuş, soğuk havanın ağrısını dindireceğini sanarak kendini dışarı atmıştı. Yol boyunca dişlerini sıkarak yürümüş; kolunun altına sıkıştırdığı ekmeği, göğsüne bastırarak bilmeden ezmişti. Eve geldiğinde başını yerden kaldırmaya tahammül edemediğinden kapıyı anahtarla açmak yerine zili çalmıştı. Sofraya oturmak için ekmeğin gelmesini bekleyen yaşlı kadın, böyle zamanlarda yaşlı kadınların yüreğine çöreklenen korkuyla ‘‘Bu saatte kim ola ki?’’ diye düşünerek kapıyı açmış, karşısındakinin oğlu olduğunu görünce rahatlamış fakat oğlunun beti benzi atmış ve acıyla kasılan feci halini görünce derhal yeniden telaşlanmıştı. Ali Bekir üstündeki paltoyu yere atmış, yüzünde annesine onu yemeğe beklememesi gerektiğini ima eden bir tavırla odasına doğru seğirtmişti.

Şakağındaki ağrı onu mahvediyor; yüzünün sağ tarafı, göz çeperi de dâhil olmak üzere, acıyla çarpılıyordu. Ağrının uykusuzluktan ileri geldiğini düşündüğünden uyumaya çalışacak ve bir daha dün geceki gibi sabahı sabah etmeyeceğine ant içecekti.

***

Zavallı Ali Bekir birkaç saat sonra uyandığında derhal yanıldığını anladı. ‘‘Bu sefer iyi üşüttün oğlum Bekir,’’ diye düşünerek başını ellerinin arasına aldı ve patlatmak istercesine ovmaya koyuldu. Fakat elinden derin derin nefesler almak dışında bir şey gelmedi.

Bu sırada annesi yemeğini tek başına yemiş, oğluna da biraz gücenmişti. Oğlunun bu gelgitli hallerine aldırmaması gerektiğini biliyordu ya; ne vardı oğlu onunla bir tas yemek yeseydi, ne çıkardı? Üstelik Ali Bekir de saatlerdir odasından çıkmamış, ses seda çıkarmamıştı. Yaşlı kadın ördüğü hırkayı bir kenara bıraktı ve oğlunun kapısının önünde durarak içeriyi görmeye çalıştı. Işığı yakmadığına göre herhalde uyuyordur, diye düşünerek gideceği sırada oğlunun öğürme seslerini duydu ve bir hışımla kapıyı açarak lambayı yaktı. İşte oğlu orada, yerde, güzelim halının saçaklarını berbat ederek kusuyordu. Yaşlı kadın ondan beklenmeyecek bir metanetle tek kelime etmeden mutfağa gitti ve elinde getirdiği ıslak bezle oğlunun yüzünü temizlemeye koyuldu. Sonunda Ali Bekir, annesinin desteğiyle yatağa yatırıldı. Gözlerini kapatarak uykuya dalmayı, tepede yanmakta olan çiğ lambanın gözlerini yakan parlak ışığının bir an önce sönmesini bekledi. Sonra da ihtimal rahatsız bir uykuya daldı. Bu sırada annesinin sorduğu soruların farkındaydı pek tabii, ama bunların hiçbirini anlamıyor, anlasa bile cevap vermek istemiyor, annesinin merhametli yumuşak sesine tahammül edemiyordu. Ah, dedi, ne güzel şu sağ şakağı şu serin yastığa bastırmak ve biraz olsun acıyı dindirmek. Ne olurdu annesi sussun, Allah aşkına şu ışıklar sönsün, acısıyla baş başa kalsın… Ne olurdu ki, ne çıkardı?

***

Acıyla tek vücut olduğu bu üç günde Ali Bekir pek çok farklı şey düşünmüştü. Aldığı ekmekle gazeteyi can havliyle bir kenara koymuştu, fakat nereye? O gazeteyi de sabah okumalıydı ya, erinmişti evden çıkmaya. Sıkılmıştı da sürekli yatmaktan; kaç gündür yatıyordu, ne zamandır bu yatakta böyle zavallı bir biçimde kıvranıp duruyordu? Bir ara uykusundan uyanacak, annem halıyı siliyor herhalde, iş çıkardık ona da, diye düşünecek ve tekrar uykuya dalacaktı. Abisine göre Ali Bekir’in bir şeyciği yoktu. Bilmiş bir tavırla ‘‘Ara ara insanı böyle baş ağrıları yoklar ana.’’ demiş, mutfaktaki dolaptan bulduğu bir ağrı kesiciyi kardeşine zorla yutturmuş ve elinden gelen her şeyi ortaya koymuş bir adamın gönül rahatlığıyla arkasına yaslanmıştı. Kahvesini yudumlarken de dün akşam Ali Bekir’in aldığı gazeteye göz atmıştı.

Ali Bekir evde kimlerin bulunduğunun, kimlerin ziyaretine geldiğinin hiç mi hiç farkında değildi. Tüm gün yatakta ölü gibi yatmak onu yormuştu ve tüm gün yatakta ölü gibi yatmanın insana düşündürecekleri vardı elbet. Ali Bekir de tam da dediğimiz gibi yaptı, pek çok şey düşündü.

Çok değil, geçen hafta, yağmurlar daha bu kadar sıklaşmadan evvel evlerinin ardında bulunan tren yolunu arşınlamıştı. Hava ne kadar güzeldi! Ali Bekir’in düşünecek ne çok şeyi vardı! Akşam olmakta, etrafa tatlı bir karanlık çökmekte, rüzgâr Ali Bekir’in burnuna belli belirsiz çiçek kokuları getirerek esmekteydi. Cır cır böceklerinin ötüşü duyuluyor, Ali Bekir annesine onun için bulduğu kızla evlenmeyeceğini söylemeyi düşünüyordu. Abim evlendi de ne oldu sanki, diyordu. Yeğeni Ömer tatlıydı tatlı olmasına fakat o kadardı işte. Hem belki de daha sırası değildi canım evlenmenin, aceleye getirmenin ne yararı vardı?

Neden sonra başka başka şeyleri düşünmeye başlamıştı Ali Bekir; evlilikle, Hacer’le hiç ilgisi olmayan şeyleri. Annesiyle komşu Esma Teyze’nin arasında geçen bir konuşmayı hatırladı; annesinin ağlayarak abisi Hüseyin’in hasta olduğunu söylediği o dar, etrafında sıra sıra erik ağaçlarının olduğu köy yolunu; köy yolunda koyu lekeler bırakarak yavaş yavaş yağmakta olan ve o üç kişinin acılarını derin bir sessizliğe gömen o serin yağmuru düşündü. Sonra tam sekiz ay sonra abisinin nasıl öldüğünü, evdeki yakarışları, abisinin ona kalan çakısını, annesinin kendisi için bulduğu kızı hatırladı-şimdi yengesinin gelinliğine Hacer’i koyuyor, bir fena oluyordu. Bahçelerindeki dut ağacının bu yıl nasıl da güzel meyve verdiğini düşünüyor, yaşamak ne iyi şey diyordu. Yaşadığına şükrediyor, başının ağrımadığı günlerin kıymetini bilemediğine yanıyordu.

İşte o üç gün boyunca, bunları düşünmüştü Ali Bekir. Üç günün sonunda ne olur ne olmaz diye bir doktora görünmüş, önemli bir şey olmadığına kanaat getirilince de muayenehaneyi alelacele terk etmişti. Eve dönerken aldığı ekmeği masaya koyacak, annesine Hacer’le evlenmeyi kabul ettiğini söyleyecek ve ihtimal bir aya kalmaz evli bir adam olacak, doğan çocuğunun ismine de ölen abisi Hüseyin’in adını koyacaktı.

– Ceren ALTINER