Sabah ezanlarıyla birlikte gözümü açmış, odanın bir hayli soğuk olduğunu üzerimdeki yorganı savurunca anlamıştım. Yataktan çıkıp doğruldum. Kardeşlerim hala uykudaydı onların bu denli sorumsuz olması sinirime dokunuyordu. Usulca dürttüm kardeşlerimi “haydi kalkın sabah oldu” dedim. (Neden bunları anımsıyordum şu an hiçbir anlam veremiyordum. Nereden geliyordu zihnimdeki bu kadar ayrıntı ve neden şu an tezahür etmişlerdi?) Çıt bile çıkmamıştı sinirimin git gite arttığını anımsıyorum. Aynı sözcükleri üç kez tekrarlamıştım. Birkaç homurtudan başkaca da bir şey işitememiştim. Dağınık yorganımı düzelttim, yatağımın üzerine bırakıp çıktım odadan. Babam erkenden işine gitmiş, annem çoktan kalkmış çayı ocağa koymuş bizi bekliyordu. Her halinden belli olan bir neşesi vardı üzerinde annemin bu duruma öyle çok alışmıştım ki annemin büyük bir neşeyle doğduğunu düşünüyordum… O gün dayımın tarlasına buğday ekmeye gidecektik. Bir türlü bu işi yapmaya gönlüm olmuyordu… Yorulmuştum her sabah ezanla birlikte gözümü açmaktan, bilmem kaç kilometre yürümekten, sabahtan akşama kadar çapa yapmaktan, tırpan çekmekten bir hayli yorulmuştum. Düşüncelerime yenik düşüyordum. Çoğu sabah içimden bir lokma bile yemek gelmiyordu. Belki kardeşlerim yer diye güç bela hazırlıyordum kahvaltıyı. Mendili özenle serdim, annemin gelin çeyizinden kalma bir tepsisi vardı yıllardır kullanmaktan her yeri paslanmıştı tepsinin usulca bıraktım mendilin üzerine. Evde bulabildiğim ne varsa yerleştirdim zaten ne vardı ki bir peynir bir de zeytin. Buna da şükür dedim içimden. Buna da şükür beraberiz ya. “ Haydi kızlar yola koyulalım…” Tan yeri daha yeni ağarıyordu hatırladığım kadarıyla gerçi tüm işlerin bitmesi için her gün o saate uyanılması icap ediyordu. Karanlığın içinden tarlanın yolunu tutmuştuk tüm doğa uyuklarken. Akşam çoktan oluyordu her eve döndüğümüzde o gün de keza aynı şey olmuştu karanlık birden her yeri basmıştı. Yorgun olduğumu anımsıyorum. Pek de bir his kalmamıştı zaten bundan geriye. Özlem vardı bir de çok büyük bir özlem o günün sabahına mı? Babama mı? Mutluluklarımıza mı? O günün bir daha yaşanamayacağına mıydı bu özlem? Bilemiyordum. Kafamı yastığa koyduğumda, camdan dışarıya baktığımda, pazarda bir poşeti taşırken bile aklıma düşerdi bunlar. İki kere iki kaç ederdi bilmezdim ama üstünden geçilmiş, yaşanmamış bir hayatın acısını çok iyi bilirdim. İnatçılığım da bundan ötürüydü zannımca. Nereye gitsem nefesim kursağımda kalır dışarıya adım bile atmak istemezdim. Onun bunun derdiyle çalkalanırdım mahallemde. Bir türlü atamıyordum aklımdan o günü. Sabahın yorgunluğunu, hissizliğini. Hayatımın en büyük nesnesinin yok oluşunu.
Sahi nasıl birden böylece yok olmuştu babam? Daha sekiz yaşındaydım çok erken değil miydi? Kaç kişi kaybetmişti babasını bu yaşta? Kime anlatabilirdim? Kim anlardı ki derdimi? Elim de kalem tutmaz ki yazsam iki satır dağılsa içimdeki tarifi mümkün olmayan sızı. Bir ses gelmişti, sesler. İşte o zaman akşam saatleri çalınırken gökyüzünde belirmeye başlamıştı bu sızı. Gölde kayboldu demişlerdi bir adam kayboldu… Adam kimdi? Öylesine yabancı geliyordu ki bu kelime bana babamın ismi nasıl adam olmuştu birden? Babam sanki o an için herkesin beyninden silinmiş sadece öylesine herkesin dilinde gezen gölde boğulan adam olmuştu… Oysa bu köyün her köşesinde nefes almış, köylünün birçoğuyla muhabbet etmiş, sofralarına koydukları birçok balığı onlara o tutmuştu. Her balık yediklerinde ne iyi adam şu Ali derlerdi. Neden böyle önemsiz bir “adama” çevirmişlerdi babamı? Daha şu yaşımda bile anlayamıyorum bunu. Günlerce babamı her bir köşede aradık tüm köyle beraber… Belirli bir süreden sonra gözlerimizin feri kalmamıştı, beklentide ardından yok etmişti aslında kendisini. Bulsalardı da ne kalmıştı ki babamdan geriye? Bir beden içinde ses olmadan neyi ifade edebilirdi ki? İşte tam bu noktada insanın içindeki umut kendini umutsuzluğa bırakıyor. Bütünlük eksikliğe, mutluluk mutsuzluğa…
İşti o an kaybetmiştim babamı aslında. Zamanla zihnimde gözlerinin rengi bile kalmayacaktı… Sadece bununla kalsa yine iyi daha da beteri belki de hiç hatırlayamamak üzere gülüşünü, bakışını, kaşlarını çatışını bile zihnine getirememekti.
Şimdilerde düşündüğümde siyah her yeri yırtık, yamalarla kaplanmış ceketi kaldı aklımda… Ara sıra keşke diyorum keşke bir hatıra ayırsaydım ondan geriye. Sekiz yaşında çamurdan oyuncaklarla tüm dünyayı yaratabileceğini düşünen çocuk nasıl bir hatıra bırakmayı akıl edebilirdi babasından geriye? Babasının gideceğini de kim söyleyebilirdi o zamanlar. Babalar gitmezdi ki ona göre herkesin babası gibi kendi babasının da kalacağını düşünürdü hep. Hem bir baba çocuklarını bırakıp nasıl gidebilirdi? Çok kızmıştım ansızın böyle vedasız gidişine. Bir gün döneceğini ona çok kızacağımı hatta bir süre onunla küseceğimi bana en sevdiğim şekerleri almadan da onla asla barışmayacağımı söylüyordum kendime sürekli. Zaman geçtikçe artık en sevdiğim şekerler bile önemini yitirdi. Bazen babam gelsin şeker de istemiyorum diyordum, yeter ki gelsin… Annem ne yapacağını bilemez oldu babamdan sonra. Doğuştan ona armağan olan neşesi de onu bıraktı. Dört kızı bir de kendisi yapayalnız kalmıştı. Kendini böyle hissediyordu kuşkusuz. Birini kaybedince insan kimsesiz kalıyordu, ne kadar biz de olsak bir “kimsesi” edemiyorduk annemin. Ansızın yanından ayrılacağını düşünmemişti babamın buna hazır değildi. Hiç olmazsa bir mezarı olsun diye ettiği feryatlar geliyor aklıma. “Bir mezarı olsun, dua edebileceğim bir taşı olsun!”
Sesi duyulmuştu sanki annemin. Birkaç gün sonra babamın cesedini çıkardılar gölden. Babamın bir zamanlar içinde bir ruh taşıyan capcanlı vücudundan geriye kalmış etlerle çevrili iskeletini yani. Ne kadar acıydı bir insandan geriye kalanlar. İnsan yerini hatırlara ne çabuk bırakabiliyordu? O günden sonra hep tekdüzeydi günler ne bir iniş ne de bir çıkış vardı. Bir yere yerleşmişti hayatım hem öylesine boşlukta hem de öylesine kararlı bir yere. Anlamlandıramıyorduk kimse de kimseye anlamak için destek olmuyordu zaten, hepimiz uzun bir sessizliğin esiri olmuştuk. Babamla birlikte annemi de kaybetmiştik bana kalırsa onun da payı vardı bu sessizlikte. Arada birimiz babamı anardı susardık gözyaşlarını tutamayanlarımız arkasını döner ağlardı biliyorum. Bu kadar acının üzerine bir de ağlamalarımızla diğerlerinin canlarını sıkmak istemezdik.
Böyle böyle yitip gidiyordu günlerimiz. Çocukluğumuzu acı çığlıklarımızla, yarım kalan oyunlarımızla, hiç sahip olamadığımız oyuncaklarımızla, bayramda alamadığımız kıyafetlerimizle oturduğumuz kaldırımda diğer çocukları izlediğimiz anılarla, öğrenmeye fırsatımızın olmadığı bir alfabeyle bırakıyorduk geride. Bizim çocukluğumuz gibi annemin gençliği de bir mum gibi eriyip gidiyordu. Biraz daha titriyordu kolları, saçları biraz daha beyazlıyordu, biraz daha eğiliyordu beli… Ama alışıyorduk günden güne belki istemeden belki isteyerek; sıklıkla gelen gözyaşlarımıza, hayatımızı kazanmaya dair verdiğimiz mücadeleye, birbirimize olan destek borcumuza ve en acısı da babamın yerini bir boşluğa bırakmasına alışıyorduk. O gün söyleseler bunu hiç inanmazdım bir yoklukla bir baba nasıl ayırt edilemez? İkisi nasıl aynı şeyi ifade edebilir?
Bir bir ayrılıyorduk neşeden sıyrılan yuvamızdan. Yaşanılmamış bir çocukluk, sahip olunamayan bir gençlikle yarım hayatlar kuruyor yeni yuvalara koşuyorduk. Biz koşuyorduk da geride kalan annem oluyordu hep. Yalnızlığına arkadaşlık ediyordu. Yaşamayı ümit ettiği günler dev bir ekranda her gün seriliyordu gözlerinin önüne. Bazen onu ziyaretimizde babamı anlatmaya başlar hep susmaya bırakırdı sonunu. Çünkü o zamanda çok susmuştu annem.Hep susar. Konuşsa boğuluruz bilir ve susar…
Şimdiler de biz kurduğumuz yuvalarda ait olduğumuz hikayemizle, daha iyi olmasını umduğumuz hayatları eritiyoruz. Hatırlayacaklarımızdan korktuğumuza geride kalanlar görmüyoruz birbirimizi, özlem duygusunu fazlaca kullanmaktan olacak hissetmiyoruz onu. Annem susarak gitti, en küçüğümüz vedasız… Tarlaya gitmeden ayrılmıştık babamla ama biliyorum ki şimdi aynı yerdeyiz; babam biz ve boşluk…
Not: Gerçek bir hikayeden esinlenerek yazılmaya çalışılmıştır. Tanıyamadığım dedeme sevgi ve özlemle…✨