Yüzyıllar boyunca birçok insan kimi zaman acı verici kimi zamansa bizleri hayata bağlayan ve bu yazımızın da odak noktası olan aşkı ve aşık olma sebebimizi farklı kalıpların içine sokmuş ve farklı yakıştırmalar yapmıştır. Aslında belki de tarifi imkânsız olan bu şiddetli duygu için “İnsan kendisinin eksik bir parçasını bulmak umuduyla aşık olur” demiştir Haruki Murakami ve ekler “O yüzden de aşık olduğu insanı düşünürken, az ya da çok hüzünlenir.” Orhan Pamuk ise bir kitabında “Aşk birisine şiddetle sarılma, onunla aynı yerde olma özlemidir. Onu kucaklayarak, bütün dünyayı dışarda bırakma arzusudur. İnsanın ruhuna güvenli bir sığınak bulma özlemidir.” der aşk için. “Aşk, birbirine bakmak değil; birlikte aynı yöne bakmaktır” diye bahseder bundan Antoine De Saint-Exupery. Belki de en güzel ve en doğru tanım budur diye düşünürken “Aşk, karşılıklı bir yanlış anlamadır” dediğini görürüz Oscar Wilde’ın. Kalp kırıcı olsa da haklılık payının olduğunu düşünenler mutlaka olacaktır bu tanımlamanın da. Beni etkileyen diğer bir yakıştırma Ataol Behramoğlu’nun aynı adı taşıyan şiirinde geçen “Ölümdür yaşanan tek başına. Aşk iki kişiliktir.” dizeleri. Fakat benim için çok değerli ve çok sevdiğim bir diğer şair; aşkın, hüznün sürgün şairi Cemal Süreya karşı çıkar buna. Ona göre aşk çiftleşmek değil tekleşmektir. Bu Exupery’nin tanımına çok benzer. İki kişi değil tek, bir olmak, aynı yere bakmak belki de aynı şeyi görmek. En hüzünlü açıklamayı ise Âşık Veysel yapar: Seversin, kavuşamazsın adı aşk olur.
Peki nedir bu aşk? İyi bir şey midir, kötü bir şey midir? Ya da onu iyi ve kötü yapan nedir diye sormak lazım belki de. Şarkılara, şiirlere, kitaplara konu olan aşk birçok açıdan ele alınabilir elbette. Manevi aşk, bir insana ya da nesnelere, maddi şeylere duyulan aşk… Şöyle bir durup düşünün aşk sizin için ne demek. Sizi ayakta tutan, hayata bağlayan bir şey mi yoksa kalbinizi kıran, sizi üzen bir şey mi? Sonsuz mudur bu aşk, hep sürüp gider mi yoksa elbet bir gün biter mi? Bazıları sevgiye dönüştüğünü söyler aşkın ama severek dinlediğim bir şarkıda sanatçı aşk nefrete ne yakınsın der.
Türk Dil Kurumu’na baktığımızda aşkın tanımı iki türlü çıkar karşımıza:
1. Bir kimseye ya da bir şeye karşı duyulan aşırı sevgi ve bağlılık duygusu.
2. İki ayrı cinsin birbirine karşı duydukları bedensel ve ruhsal güçlü duygu, sevgi ilişkisi.
İkinci tanımda iki ayrı cins yerine iki kişinin diye bahsedilmesi daha doğru bir tanımlama olacaktır. Bana göre aşkın sevginin, tutkunun dili, dini, ırkı ve cinsiyeti yoktur çünkü. Bu sebeple size farklı veya yanlış da gelse bunları ötekileştirmenin, dışlamanın, kabullenmemenin bir anlamı yoktur. Bu bir anda kendimizi içinde buluverdiğimiz, seline kapıldığımız, farkında olmadan veya yavaş yavaş farkına vararak yaşadığımız bir şey. Ve belki de hayatta her zaman karşımıza çıkmayacak olan, doya doya yaşanması, değeri bilinmesi gereken bir şey aşk. Psikiyatrist Robert Sternberg aşkı bilimsel açıdan ele almış ve bir üçgenin etrafına bazı kavramları yerleştirerek bir Aşk Üçgeni tasarlamıştır. Sternberg’in teorisine göre aşk; samimiyet/yakınlık, tutku ve bağlılık kavramlarının etrafında şekillenerek farklı kategorilere ayrılıyor. Buna göre yakınlık/samimiyet partnerlerin birbirlerine gösterdikleri destek, manevi yakınlık ve birbirleri arasındaki iletişimin seviyesi ile ilgiliyken tutku, cinsel ve romantik çekim ögelerini barındırır. Fiziksel çekim ve aşırı kıskançlık da yine tutkuyla ilişkilendirilir. Bunun yanında bağlılık kişilerin kendilerini ilişkilerine adaması, ilişki için sorumluluklar almalarını kapsar.
Bu üç ögenin dengeli bir biçimde bulunduğu ilişki mükemmeldir. Fakat kişilerin farklılıkları, beklentileri ve aralarındaki iletişimin kalitesi bu üç kavramdan farklı kombinasyonlar oluşmasına sebep olur. Sternberg bu temel üç kavram etrafında yedi farklı aşk stili tanımlamıştır. Bu yedi farklı aşk stilinin her biri temel kavramlarımızdan en az birini barındırır. Örneğin hoşlanma sadece yakınlığı içerir. Bu genellikle bir ilişkinin başlangıç aşamasında hissedilen sıcaklığı ifade eder. Diğer bir aşk türü olan boş aşkta da sadece bağlılık vardır. Yakınlık ve tutkuyu içermeyen boş aşkta bağlılık ne kadar ilişkinin devamlılığını arttırsa da cinsel çekim ve sıcaklık olmadığı sürece zorla sürdürülen bir ilişki olarak kalacaktır. Bağlılık, sorumluluk ve ileriye dönük planlar yapma gibi ilişkiyi ileriye taşıyan ögelerin bulunmadığı, sadece tutkuyu içeren bir diğer aşk türü delicesine aşktır. Partnerimizi ilk gördüğümüz anda hissettiğimiz fiziksel çekim ve hormonal duygularla ilişkilendirilmekte olan bu aşk türünde yaşanan yoğun duygular genellikle hızlı bir şekilde sönmektedir. Fakat tutkunun yanında yakınlığın da bulunduğu romantik aşkta kişiler fiziksel açıdan birbirine çekici gelmenin yanı sıra birbirlerine karşı duygusal yakınlık da hissederler.
Bazı ilişkilerde bağlılık da varmış gibi görünse de bağlılık hissi bu ilişki türünde eksiktir. Bağlılık sadece tutkuyla birleştiğinde ortaya aptalca aşk çıkmaktadır. Bu türden bir ilişkide tutku ortadan kalktığında ortada sıcaklık, samimiyet, mantık yoksa bağlılık tek başına yeterli gelmez. Yalnızca yakınlık ve bağlılık da bize dostça arkadaşlığı verecektir. İlişkilerde tutkunun da yitirilmesiyle ortaya çıkan dostça aşka uzun süre devam eden ilişkilerde rastlanır. Peki bu üç temel bileşeni de dengeli ölçüde içeren aşkı bulduysak? İşte Sternberg buna mükemmel aşk diyor. Mükemmel aşk bu yedi aşk türü içerisinde en iyi ve en sağlıklı aşk türü olarak karşımıza çıkıyor. Bu aşk türü zamanla bu bileşenlerden birini yitirdiği takdirde diğer altı türeden birine dönüşebilir. Mükemmel aşkta uyum, iletişim, samimiyet, sıcaklık, cinsel çekim, sorumluluk, mantık, geleceğe dair planlar, sadakat gibi ilişkiyi sürdürmek için gerekli olan her şey dengeli bir biçimde bulunmaktadır.
Sternberg’in kuramı hayatımızın önemli bir kısmını oluşturan aşkı ele alan ve tanımlayan kuramlardan yalnızca biri. Aşkı bu şekilde kalıplara sokmak ne kadar doğru bilinmez ama yine de ilişkilerimizi gözden geçirdiğimizde büyük ihtimalle bu kategorilerden birine ne kadar kolay uyduğunu görebiliriz. İlk başta farklı yazar ve şairlerin aşk için yaptıkları tanımları da gördük fakat kişisel ögeler barındıran ve insan psikolojisiyle doğrudan doğruya bağlantılı olan aşkın tanımını yapabilmek mümkün değildir. Her birey kendince aşka bir anlam yükler ve onu hayatında farklı bir yere konumlandırır. Teoriler her ne kadar aşkı anlamlandırmada bizlere yardımcı olsa da aşkın tadı onu hesapsız kitapsız, özgürce ve doyasıya yaşamaktadır.
Son olarak sevdiğim bir yazarın bir sözüyle bitirmek istiyorum yazımı. “Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran bir yüzey bulur; bizi gidişten daha fazla büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.” demiş Proust aşk için. Hepimizin mükemmel aşkı bulması dileğiyle.