Yazmakta olduğum bu öykü çok yakın bir arkadaşımla ilgili. Ne tuhaf; tam on iki yıldır onu görmememe, ondan tek bir haber dahi almamama rağmen hala ona en yakın arkadaşım diyebilmem ne tuhaf!
İyi çocuktu Zeki. Kimseye bir zararı dokunmamıştır daha bugüne kadar. Hani herkesin işine koşan ama bir an ortada kayboluverse kimsenin özlemeyeceği insanlar vardır, işte benim arkadaşım Zeki o insanlardan biriydi. İhtimal; onu hala özleyen bir ben kaldım, bir de doksanını geçmiş yaşlı anası.
Korkunç acılar altında ezilip bükülür gibi bir hali vardı Zeki’nin. Üstelik bu huyu daha çocuk yaştayken belli edermiş kendini. Hassas yaradılışlı olmasından mıdır bilinmez, bir şeyleri dert edinirmiş hep kendine. Mahalledeki arkadaşları hiç mi hiç sevmedikleri o kocakarının ziline basıp basıp kaçarken dostum Zeki’nin hiç o taraklarda bezi yokmuş; çünkü bilirmiş, o yaşlı kadın bin bir türlü hastalıkla boğuşurmuş, yazıkmış günahmış, etmeyin eylemeyinmiş yahu!
•
Benim Zeki’yle tanışmam ise tam otuz yıl öncesine tekabül eder, zaten bu yazıyı yazmamın sebebi de masada duran takvime şöyle bir göz atmamla memuriyetimin otuzuncu yılını doldurduğumu fark etmem değil miydi? Neyse; dile kolay, otuz yıl! Gerçi ben Zeki’yle bu sürenin sadece on iki yılını geçirmek zorunda kaldım. Sonra birden sırra kadem bastı Zeki! Öldü mü kaldı mı, evlendi mi, kötü yola mı girdi…orasını yalnız Allah bilir. Fakat ben hep, onun bir akşam vakti rıhtımda aylak aylak dolaşırken suya düştüğünü, yüzme bilmediği için de sessiz sedasız bu dünyadan çekip gittiğini hayal ederim. Onun hakkında bilmediğim pek çok şey var hala: Yüzme bilir mi bilmez mi, akşamları rıhtımda dolaşmayı sever miydi sevmez miydi…Ah zeki, ah dostum!
•
Daha biz daireye gireli bir hafta mı ne olmuştu, Zeki’yi o zaman fark ettim. O da bizim gibi yeni giren memurlardandı ama hiç bize takılmazdı. Sigarasını öğle yemeğinden sonra tek başına bizden uzakta içer, dertli dertli düşünür dururdu. Allah var, herhalde bu da benim yaradılışım gereği olacak, ben diğer arkadaşlar kadar çok gitmezdim Zeki’nin üstüne. Zeki’yle biz hassas adamlardık; öyle kimseye eşek şakası yapmıyor, kimsenin karısının kızının ardından konuşmuyorduk.
Böyle böyle yakın olduk biz Zeki’yle. Acaba o beni hiç en yakın arkadaşı olarak görmüş müdür, bunu bilmeme artık imkân yok. Fakat babasının cenazesine ne yapıp edip katıldığım günü ölse unutamayacağını çok iyi biliyorum. Zeki’yi ilk defa o kadar güçten düşmüş, ilk defa o kadar korkunç bir çaresizliğin içinde yuvarlanırken bulmuştum. Elini omzuma koyup da “Dostlar sağ olsun!” deyişinde beni hüngür hüngür ağlatabilecek bir ağırlık , bir hüzün vardı. Cenaze alayının dağılmasını bekleyemeden, koşarcasına uzaklaşmıştım o günü Zeki’den.
Cenazeden bir hafta önce, Zeki mesaiye gelmediğinde, anlamıştık bir şeyler olduğunu. Çünkü öldürseniz kendi keyfine göre işten izin alacak bir adam değildi Zeki. Sonra amirimizden öğrendik ki Zeki’nin zaten hasta olan babası iyice elden ayaktan düşmüş, derhal tedavi görmesi gerekiyor. Ama Zeki’de para ne arasın! Gariban bir ailenin, gariban memur bir çocuğuydu Zeki.
Bu duyduklarıma üzülmüştüm üzülmesine ama çok da üstünde durmamıştım. İşten eve geldiğimde karım ve çocuklarımla sıradan bir akşam geçirmiş; Zeki’ymiş, hastalıkmış, garibanlıkmış, hiç aklıma getirmemiştim.
Ne var ki ertesi günü beni ağlatacak kadar dokunaklı bir olay yaşandı: Ne zavallı çocuktu şu Zeki! Benden başka borç isteyebileceği bir eşi dostu yok muydu bu adamın? Aman Allah’ım, bu adamın şu koca dünyada yaşlı bir anneden ve hasta bir babadan başka kimsesi yok muydu? Okul yıllarında sokaklarda cirit attığı haylaz arkadaşları, sevdiği bir komşu kızı, yılda bir kez toplanan aile meclislerinde kafa dengi bulduğu bir kuzeni dahi yok muydu?
Herhalde yoktu ki Zeki borç istemek için direkt olarak benim kapıma gelmişti. Ya da tüm bu saydığım kapılar tek tek yüzüne kapanmıştı da ben son çaresiydim. Neyse bunların önemi yok, o öğleden sonra ben eş dosttan da birkaç şey toparlayarak istediği meblayı saymıştım Zeki’nin eline. Parayı saymakla kalmamış, babasını muayeneye götürmeye yardım etmiş, o incecik dal gibi delikanlının kendi babasını sırtında taşımasını seyretmiştim. Ben öyle sanıyorum ki Zeki’yle benim paylaştığımız en insani an o andır. Bilmiyorum, Zeki’nin benden yardım istemesi ve kimseye açmadığı evinin kapılarını yalnızca bana açması beni neden bu kadar duygulandırdı, hassas yaradılışlı olmak zor iş vesselam; ama tıpkı ölmekte olan birinin son kez birini hasta yatağına çağırması gibi; o çok değerli anı benimle paylaşmayı seçmesi yüreğime dokunmuştu, hala da dokunuyor.
Zeki bana olan borcunu altı ay içinde ödedi. O süreçte birkaç kere bize akşam yemeğine geldi; eşim ve çocuklarımla tanıştı, küçük oğlanın sürekli onun bacak bacak üstüne atılmış ayaklarında sallanmasına bayıldı. Ama bu süre zarfında hep tedirgin, hep huzursuzdu Zeki. Bu durumu belki bana karşı eksik hissediyordur diye yorumlamıştım ama hissediyordum, başka başka dertleri vardı Zeki’nin.
O süre zarfında Zeki’nin parayı nerden bulup da borcu kapattığını sorsam da hiç öğrenemedim. Mağrur bir ifadeyle beni geçiştirip konunun kapanmasını sağladı hep. Çok değil, bu konuşmadan iki ay sonra sırra kadem basacağını bilsem ne yapar eder derdinin ne olduğunu öğrenmeye çalışırdım. Çünkü arkadaşım Zeki’nin eğer ölmüşse bile tefeciler tarafından kurşunlanarak değil de güzel bir yaz akşamı, bir sahil kenarında kendi eceliyle ölmüş olmasını dilerdim.
İşte böyle Zeki’nin hikayesi, otuz yıllık bir arkadaşı anmak için yazdım bu yazıyı. Birkaç takım gömlekle kravattan başka bir şey bırakmadı geride Zeki. Belki bundan olacak, ben hala yaşlı mı yaşlı anasını haftada bir ziyaret eder, Zeki’nin bıraktığı büyük boşluğu doldurmaya çalışırım.